Röportaj

Doç. Dr. Muhammet Özdemir: "İnsanı özgürleştirmek isterken bütünüyle mekanikleştirmektedirler."

Benim çocukluğumda Transformers, Hayalet Avcıları ve Voltran gibi transhümanist çizgi filmler, ThunderCats ve Ninja Kaplumbağalar gibi posthümanist çizgi filmler mevcuttu.

Yardımcı editörlüğünü yaptığınız Transhümanizm & Posthümanizm’de transhümanizm ve posthümanizme disiplinlerarası bir bakış açısıyla yaklaşılıyor. Transhümanizm ve posthümanizm günümüz insanına hâlâ uzak gelmekte ama içinde yaşadığımız dünyada bizi sarmalamakta. Sosyal medyanın kullanımının yoğun olması özellikle transhümanizmin her alanda kendini göstermesine olanak sağlamakta. Transhümanizm doğrultusunda insanların bedenlerine yaptıkları yatırımlarla beraber daha sağlıklı, daha güzel, daha mutlu ve daha huzurlu olması hedeflenmekte. Peki, transhümanizm insanı daha sağlıklı, daha mutlu, daha huzurlu ve daha güzel kılmayı amaçlayarak insanın önünü mü açmaktadır yoksa insanı mükemmellik olgusuyla çevreleyerek psikolojik anlamda yıkıma mı uğratmaktadır?

Öncelikle kitabımıza gösterdiğiniz teveccüh ve bu röportaj için teşekkür ederim. Transhümanizm & Posthümanizm üzerine yayınladığımız editoryal kitapta birçok araştırmacı ve bilim insanının emeği vardır. Eminim her bir yazarımızın bu soruya vereceği cevap bir diğerinden farklı olabilir. Ben kendi adıma sorunun ikinci seçeneğinin daha gerçekçi olduğunu, ilk seçeneğin ise meselenin pazarlama ve reklâmıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Birçok yazarımız gibi benim de çok etkilendiğim Michel Foucault Söylemin Düzeni şeklinde Türkçeye çevrilmiş kitabında her birimizi böyle bir riske karşı karamsar ve temkinli olmaya çağırmaktadır. Nitekim popüler Amerikan kültürünün gerçek eleştirmenleri çağdaş Fransız düşünürleri ve Avrupa kökenli olmayıp da onlara dayanarak felsefe üreten insanlardır. Tamamı tüketim toplumu ve bireyselleşme konusunda insanlığı uyarmaktadırlar. Kısaca transhümanizm ve posthümanizm literatürleri insanlık için geliştirilmiş yeni bir sosyal evreni haber vermektedirler. Ama yapay zekâ gibi henüz tekâmül aşamasındaki bizzat bu iki literatür de tüketimin birer unsuru olmaktan daha fazla bir etkinliğe sahip değillerdir. Modernlik insanları tarihsel insandan farklı olduklarına ikna ederek yıkımla sonuçlanacak bir hırsa ortak etmişti. Bu aşamada da mükemmellik arayışı bir ikna stratejisidir. İnsan yaşamına nasıl bakılırsa bakılsın onu doğadan ayrıştırmak aklı örter. Üretim ilişkilerinin yarattığı işbölümü, hiyerarşi ve tahakküm hırslarından bağımsız transhümanizm ve posthümanizm gerçekçi olamaz.

 

Transhümanizm & Posthümanizm kitabında her iki kavramın birbiriyle sıklıkla karıştırıldığına işaret ediyorsunuz. Sizce iki kavramın karıştırılmasının nedeni nedir?

Bunun birkaç nedeni vardır. Birincisi bizzat kuramcılar olarak Ray/Raymond Kurzweill, Natasha Vita-More, N. Katherine Hayles, Donna J. Haraway ve Max More’un 1982-1995 arasında yayınladıkları metinlerde tereddütlü olmalarıdır. Siborg ve posthuman kavramlarındaki ortaklık, Amerikan rüyasının yarattığı fırsatlar ve teknolojideki hızlı değişime yaslanmak bütün teorisyenleri büyük ölçüde benzeşebilecek spekülasyonlara sevk etmiş gibidir. Örneğin Max More’un posthümanizm terimini ilk zamanlar özensizce kullanışı ve posthuman teriminin iki literatürde de ortak olması okurların zihnini karıştırabilmektedir. Bence örneğin Hayles ve Haraway’ın zihinlerindeki mesele dünya yurttaşlarının, hatta canlılarının eşitliğidir. Her ikisi için de teknoloji oldukça ikincildir. Fakat yazdıkları metinleri okuyanlar bu ayrıntıyı bazen göz ardı edebilmektedirler. İlginç bir şekilde transhümanistlerden bir ütopyanın, posthümanistlerden ise bir distopyanın ortaya çıkacağını söyleyebilirim. İnsanı özgürleştirmek isterken bütünüyle mekanikleştirmektedirler. İkinci neden transhümanizm ve posthümanizm literatürlerini çalışan araştırmacıların metin eleştirisi ve söylem analizini ihmal etmeleridir. Çünkü transhümanizm felsefesi Anglosakson bir geleneğe, posthümanizm felsefesi ise Kıtacı bir geleneğe dayanmaktadır. İkisinde de Batılılık ve teknoloji gibi ortak özellikler bulunsa da, Anglosaksonlar dünyaya öncelikle ticaretle, Kıtacılar ise dünyaya öncelikle ahlakla yaklaşırlar. İkincisi bütün modern tarihte birincisinin eleştirmeni olmuştur ve iki dünya savaşı da aslında bu iki yaklaşım arasında yaşanmıştır. Kuşkusuz ikisinde de öznellik ve çıkar parametreleri işbaşındadır. Ama dünyaya bakışları, insan ve yaşamı anlamlandırmaları ve toplum kurguları birbirinden çok farklıdır. Anglosaksonlar yaşama dış dünyadan hareketle, Kıtacılar ise yaşama zihinden hareketle bir anlam yüklemektedirler. Benim çıkarımım her iki literatürün de popüler Amerikan kültürüne seslendikleri ve birbirleriyle rekabet halinde bu kültürün pazarına hitap ettikleridir.  

 

Çocuk Yazını olarak bizler çocuk özne odağında kaleme alınan, performe edilen, oynanan, sergilenen, beyaz perdeye aktarılan ve daha birçok ürünü “metin” olarak değerlendiriyor ve çoğulcu bir yaklaşımla okumaya çalışıyoruz. Sizce çocuk yazını bağlamında da transhümanist ve posthümanist edebiyatlardan, farklı bir estetikten söz edilebilir mi?

Vereceğim cevaba şaşırmazsanız, transhümanizm ve posthümanizm literatürlerinin aslında çocuklara hitap eden iki edebiyatı potansiyel olarak içerdiğini söyleyebilirim. Sizin “metin” terimine yüklediğiniz anlamlar nasıl pragmatizm, yapısalcılık, post-yapısalcılık, semiyotik, hermenötik, çok-kültürcülük ve karşılaştırmalı edebiyata dayanıyorsa, transhümanizm ve posthümanizm kuramcılarının posthuman terimine yükledikleri anlamlar da aynı düşünce geleneklerine ve özellikle kendilerinin çocukken maruz kaldıkları bilim-kurgu uyaranlarına dayanmaktadır. Önde gelen neredeyse bütün teorisyenler 1940-1970 yılları arasında dünyaya gelmiş insanlardır. Günümüzün çocuklarına kıyasla teknoloji hakkında daha az potansiyele sahiptirler, ama insanlık hakkında hayal kurmak için daha fazla nedenleri vardır. Andığım gelenekler içerisinde Türkçede diğerlerine kıyasla daha az bilineni semiyotiktir. Göstergebilim diğer gelenekleri de içeren bir metin eleştirisi ve söylem analizi potansiyeline sahiptir. Transhümanizm ve posthümanizm göstergelerinin hangi anlamlar üzerinden aslında hangi olgulara veya duyumlara işaret ettiklerine özel bir parantez açmak gerekmektedir. Bence düşüncenin amacı mutlu insandır ve başka her şey bunun için araçtır. Transhümanizm ve posthümanizmden doğabilecek iki çocuk edebiyatı yeni çocukların teknoloji deneyimlerini göz önünde bulundurarak Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun Simyacı’sında biraz denk gelinebilecek türden bir temaya ulaştırabilir. Günümüzde estetik ile reklâm ve pazarlama özdeşleşmiş gibidir. Ben şimdiki çocukların ileride buna radikal bir eleştiri getirebileceklerini öngörüyorum. Çünkü Protagoras, Gazâlî ve Paul Feyerabend gibi birçok düşünürün farklı zamanlarda işaret ettikleri üzere, her şeyin ölçüsü ve amacı insandır. Başka her şey ikincil ve araçtır. Kastettiğim insanın en yüce amaç olarak estetiğin merkezine yerleştirilmesi değil, insanın ve onun yaşamının ona ait güç ve tüketim olanaklarından daha değerli olduğudur. Özellikle posthümanist literatür böyle bir çocuk edebiyatına potansiyel olarak sahiptir.

 

Transhümanizm & Posthümanizm kitabında kaleme aldığınız “Posthuman kavramının çerçevesi ve transhümanizm ve posthümanizm literatürlerinin tarihçesi” adlı makalenizde, 1998 yılında Nick Bostrom ve David Pearce gibi filozofların Dünya Transhümanist Örgütü’nü kurduğunu ve daha sonra da Dünya Transhümanist Örgütü’nün 2006 yılında ilk dini özel örgüt çalışması olarak Mormon Transhümanist Örgütü’nü ilan ettiğini söylüyorsunuz. İlk dini özel örgüt çalışmasından kasıt nedir biraz açabilir miyiz? Transhümanizmi din olarak gören yaklaşımların dinden kastı nedir?

Aslında bu soruya editoryal kitap yazarlarımızdan baş editör Prof. Dr. Mustafa Tekin ve Dr. Nuh Yılmaz ve Türkiye’nin önde gelen araştırmacılarından Doç. Dr. Muhammed Kızılgeçit ve Dr. Muhammet Yeşilyurt daha doyurucu cevaplar verebilirler. Çünkü soru, dinler tarihi, din psikolojisi ve din sosyolojisinin sahasına felsefeden daha yoğun girmektedir. Transhümanizm, posthümanizm, metaverse ve hatta yakında popülerleşmesini beklediğim birkaç literatürde daha insan yaşamının anlamı, gerçek toplumsal yaşamın yeni dinamikleri ve sevgi ile ilgili çok büyük boşluklar bulunmaktadır. Kuramcılar, bir insanın diğerine ve yaşama neden ve nasıl güvenebileceğini, niçin yaşamak isteyeceğini hiç düşünmemiş gibidirler. Bunun muhtemel nedeni, bizzat kendilerinin dünyayı sadece tamamlanması gereken çok eksik bir dünya olarak deneyimlemiş olmalarıdır. Bir genelleme yapılabilir mi emin değilim, ama 1940-1970 arasında doğmuş olanların böyle bir dezavantajları var gibidir. Kısaca insan tarihte üretilmiş kapsamlı çözüm yollarını reddederek yaşayamaz ve modernlikteki bazı acı deneyimler bize bunu gösterdi. Amerikan rüyasının elde ettiği başarıyla bu gerçeği birleştiren Bostrom ve Pearce gibi düşünürler kendilerine dindarlardan gelebilecek bir ortaklık teklifini geri çevirmeyeceklerdir. Max More’un ve takipçilerinin bütün heyecanlı ve aleyhteki yazılarına rağmen bu konuya profesyonel yaklaşacaklarını öngörüyorum. Mormonluk inancında her bir insanın Tanrı’nın çocukları olarak birer Tanrı olması ile transhümanist bakış açısında iyileştirilmiş ve güçlendirilmiş insan arayışının birbiriyle örtüşebilmesi dolayısıyla 2006 yılında sözünü ettiğiniz örgüt kurulabilmiştir. Bence burada dinden kasıt yaşam tarzı ve daha özel olarak da tüketim alışkanlıklarıdır. Felsefe, teoloji ve ticaretin bir araya geldiği bir bağlamda transhümanizm teolojik bir meşruiyet kazanabilecek, Mormonlar da dinlerini hem daha kolay yayabilecek hem de kendi kültürlerini pazarlayarak para kazanabileceklerdir.

 

Transhümanizmi Marksizm bağlamında düşündüğümüzde sağlığa, huzura, güzelliğe ve mutluluğa kısaca her şeyin “en”ine “yaklaşmak” sınıfsal mıdır? Çocuk özne transhümanizmle nasıl ilişkilenebilir?

Bence tüm dünyada ilginç bir şekilde şu anda bütün nitelikli okur ve yazarların en işlerine yarayabilecek eleştirel çerçeve revizyonist Marksizm’den elde edilebilir. Marksizm derken de hangi Marksizm’i kastettiğimizi netleştirmeliyiz. Amerika’da iyi niyetli ve profesyonel sosyal bilimcilerin Marksizm’i olan revizyonist Marksizm veya onun bir varyantı olan Arapça ve Türkçe tabanlı (Hindistan, Afrika ve Güney Amerika’yı her zaman dahil edemiyorum) İngilizce post-kolonyal eleştiri transhümanizm ve posthümanizmi müzakere ederken işe yarayabilir. Stoacıların düşünsel mirasını göz önünde bulundurarak bu soruya şöyle cevap verebilirim: İnsanın mükemmelliğini pazarlayan her söylem, kavram, terim, teori ve taahhüt kesinlikle ticari ve dolayısıyla sınıfsaldır. Açıkça söylendiğinde burada üretilmiş bir meta pazarlanmakta, amaç daha fazla para kazanmak olmakta ve müşteriler de büyük ölçüde genel halk kitlesinden yani ekonomik ve sosyal olarak yukarıya çıkma amacı bulunan insanlardan seçilmektedir. Bana sorarsanız yukarıya çıkma amacı olan insan en saf ve bazen en iyi bazen de en tehlikeli insan olabilir. Amerikan rüyası ve tüketim toplumunun temel bileşeni de bu türden insanlardı. Sosyal medyada pazarlanan ürün aslında insandı, transhümanizmde de pazarlanan yine insandır.

 

R.U.R. Rossum's Universal Robots ve I, Robot kitapları özelinde bakacak olursak robotların insanlara itaat etmeyi bırakıp insanları ele geçirdiğini ve insanlara hükmetmelerini okuyoruz. Makalenizde zikrettiğiniz birçok edebiyatçı arasında Asimov’un da adı geçiyor. Robotların insanlığı ele geçirip kendi hükümdarlıklarını kurmasıyla beraber transhümanizm ve posthümanizme pesimist bir yaklaşım geliştirmek sizce ne kadar olası?

Bence bütün bu çalışmalara semiyoloji veya semiyotikten hareketle daha fazla verim elde edebileceğimiz şekilde yaklaşabiliriz. İnsanların heyecanları, sevinçleri, mutlulukları ve korkularını simgeleme pratikleri çeşitlilik gösterebilmektedir. Makinelerin, robotların ve başka gelişmiş yapay zekâ sahibi otonomlardan herhangi bir türün insanlara itaat etmeyi bırakıp onları ele geçirerek hükmedebileceğini sanmıyorum. Uyarı niteliğindeki söz konusu analizlerin kasıtları muhtemelen kötü insanların bu tür gelişmiş aygıtları tahakküm hırslarına alet etmeleri riskidir. Posthümanizm literatürü evrensel canlılık eşitliğine yönelirken insandan başka bir riske karşı mücadele etmemektedir. Nitekim hümanizm, aydınlanma ve sosyal darvinizmi büyük bir karşı yönelimle reddeden posthümanizmin kendisidir. Makineler veya robotlar kaza yapabilirler, ama hırs icat edemezler. İnsanlar için geçerli olan her şey onlara kopyalanamaz. Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus’ta işaret ettiği üzere, bütün sorular yanıt bulduktan sonra bile en hayati soru her zaman muğlak kalmaktadır. Onun kastettiği muhtemelen –tıpkı Protagoras, Platon, İbn Sînâ, Gazâlî, Immanuel Kant ve Charles Sanders Peirce’in de kastettiği gibi- insan bilincinin hiçbir zaman kesinkes çözümlenemeyeceğidir. Sözü edilen filozofların ortak özellikleri ya bazı soruları cevapsız bırakmaları ya da ancak yalana başvuruyla dünyevileştirilebilecek hakikatlerin bulunduğunu kabul etmeleridir. Evrende insandan daha tehlikeli bir canlı tarih boyunca var olmamıştır ve var olabileceğine ihtimal vermek de ancak kötü insanları kastederek geçerli olabilir.

 

Çocuk özne için üretilen ürünlerde ve metinlerde son yıllarda transanimalist bağlamında değerlendirilebileceğini düşündüğümüz çizgi kahramanlar, oyuncaklar dikkat çekiyor. Özellikle Paw Patrol’de her bir köpek kahramanın kendi kullanım alanına tahsis edilen ve kişiselleştirilen teknolojik bir materyalle kurduğu ilişki dolayımıyla insan özne gibi gündelik hayatta karşılaşılan sorunları çözümleyebilediklerine, takım liderleri Rider’a yardım ettiklerine şahit oluyoruz. Bu bağlamda alan yazınına yönelik postanimal gibi kavramdan ya da çocuk yazının da hem transhümanist hem de posthümanist okumalara açılabileceği çoğulcu ve yenilikçi bir yaklaşımdan söz edebilir miyiz?

Öncelikle hangi çocuk özneleri kastettiğimize ve onlardan ne beklediğimize cevap vermemiz gerekmektedir. Çünkü yeryüzündeki bütün çocukların okuma yazma, teknolojik aygıtlarla ilişki kurabilme ve popüler Amerikan değerlerinden birisi olan hayvansever olma gibi bir olanakları bulunmamaktadır. Afrika tarzı insanların gitgide daha popülerleşeceği bir zamana doğru da evriliyoruz, çünkü ucuz işgücü Uzakdoğu’dan Afrika’ya doğru kayıyor. Haraway’ın When Species Meet (Türlerin Buluşma Vakti) adlı kitabı posthümanist literatürde etkili bir yapıttır, ama söz konusu düşünürün insan evreninin kucaklayıcı olduğunu sanmıyorum. Çünkü Afrika insanlarının Batılı tarzda medeni olanlarının bile samimi hayvansever olabileceklerine inancım azdır. Herkes aynı olmak zorunda değildir. Bu bağlamda şu sorular anlamlı olacaktır: Çocuklara insan, doğa ve yaşama dair bilinç aşılarken hayvanlar ve süper kahramanların yoğun gösterimi doğru mudur? Acaba çocuklar 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar bilinç edinemiyorlar mıydı? Kadınların sosyo-ekonomik çerçevede özgürleşmelerinin çocuklara yansıyan kişisel gelişim maliyeti bu olmak zorunda mıdır? Representasyon veya temsil, dil bilmeyenlerin dil bilenler yanında dile getirilmesiyle olur ki bunun da en bilindik örneği hayvanat bahçeleridir. Posthümanizm bu noktalarda natüralizm veya doğacı çevrecilik ile çatışma yaşayabilir. Transhümanizm için önemli olan alışverişin taraflarının memnuniyetidir. Post-animal bir perspektifin gelişeceğini düşünüyorum, ama hep insan-merkezcilik açmazıyla malul olmayacak bir şekilde veya doğada temsili bilinç verilen öznelerin biraz müphem bırakılmaları yoluyla. Uzman olduğum veya mesai ayırdığım hususi bir alan değil, ama dünyanın çocuğa yoğunlaştığı son birkaç yıldan benim çıkardığım netice, insanlık tarihinde bulunup da modernliğin itibarsızlaştırdığı ve yerine bir şey de koyamadığı ne varsa tamamının yeniden bilinçlenmenin konusu ve parçası olmaya başlayabileceğidir. Transhümanizm ve posthümanizm maalesef yetişkinlerin çocukluklarını konuşturabiliyor, ama zamanla bugünkü çocukların daha çoğulcu, yenilikçi ve bence natüralist önerileri bu edebiyata eklenecektir.

 

Ana akım çocuk yazınında teknolojiyle gelişerek güçlenen kahramanların çoğunlukta yer aldığı, sürekli bir evrime işaret eden yapıtların popüler olduğu transformist yapıdan beslenen anlatıların ötesinde, posthümanist yaklaşımlar çocuk yazınını nasıl etkiler, dönüştürür? Posthümanist bakış çocuk özneye ve dolaylı olarak ebeveynlere nasıl bir doğa/kültür ilişkilenme biçimi vaat eder?

Posthümanizmdeki doğa ve kültür özdeşliğinin varoluşçu Fransız Marksizm’inin romantik hayali olduğunu düşünüyorum. Örneğin Antonio Gramsci ve Jean Paul Sartre’ın analizlerinin böyle bir yönelim yarattığı kanısındayım. Sosyal darvinizme karşı çıkarken onun kabul edilebilir bir versiyonu olarak kucaklayıcı ve kapsayıcı bir ideale bağlanmak rasyonel görünebilir. Ama bunun tek alternatif olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla posthümanist yaklaşımlar ancak belirli bir konfor alanına sahip çocuk özneler ve onların ebeveynleri için görece daha vicdanlı bazı tüketim alanlarına yol açabilir. Fakat buradan evrensel bir doğa/kültür ilişkisi açığa çıkamaz. Thrasymakhos’u takip ederek “güçlü olan haklıdır” ve “evren zaten konuşmaya hakkı olanlardan ibarettir” dersek de posthümanizm bizim için yeni bir post-truth üretmiş olacaktır. Ayrıca birkaç yıldır çocuklar, ergenler ve gençler dünya genelinde paranın çok değerli olmasına alıştılar ve pozisyonlarını bu gerçekle güncellediler. Posthümanizm literatürü bu gerçeğe göre yeniden güncellenmedikçe sorduğunuz soruya verilebilecek her cevap eksik veya kusurlu kalacaktır. Benim kişisel tahminime göre, posthümanizm literatürü postmodernizmin yarattığı çapta bir etki yaratamayacaktır, ama bireyselleşmeye karşı doğacı ve kapsayıcı bakış açılarını koşullayacaktır. Bu da önceki iki analize eklenirse, yani konfor alanındaki öznelerin durumu ve son birkaç yıldır gelişen ekonomiye değil paraya endeksli bilinçlerin durumu birlikte etüt edilirse, dünyada daha çok sayıda insanın önce eksikleri üzerinden değil de önce avantajları ve sahicilikleri üzerinden tanımlanması gereğinin önemine varılabilir. Her insan için günün sonundaki cümle aynıdır: İnsan doğanın bir parçasıdır ve kültür doğaya aykırı olursa doğa bunu affetmez.  

 

Son olarak, sizin okurluk/izleyicilik repertuarınıza seslenerek çocuk yazınıyla ilişkinizi sorsak? Şimdiden bakınca transformist olarak düşünebileceğiniz bir anlatı (dizi, film, kitap vb.) hatırlıyor musunuz?

Benim çocukluğumda Transformers, Hayalet Avcıları ve Voltran gibi transhümanist çizgi filmler, ThunderCats ve Ninja Kaplumbağalar gibi posthümanist çizgi filmler mevcuttu. Bunlara eklenenler Tsubasa gibi Japon ve Uzakdoğu ilgisi aşılayan yapıtlardı. Çocukluğum boyunca biyoloji, evrim ve robotik teknolojiyle yakından ilgilendim. Ergenlik yıllarımda fiziğe, üniversite yaşamımda bilim tarihi ve felsefeye kayan bu ilginin gerisinde elbette maruz kaldığım veya beğenerek izlediğim çizgi filmlerin veya animasyon yapıtların etkisi mevcuttur. Benim çocukluğumda biyo-teknoloji, nanoteknoloji ve dijital teknolojiye meraklı, ama bunları üretmekle ilgili bir fikri olmayan ortak şemalardan söz edebilirim. Benim çocukken yaptığım okuma ve izlediğim yapıtlardan edindiğim izlenim fazla indirgenmiş bir iyilik-kötülük savaşı ve sürekli bir kişiden ibaret görünen kahramanlardı. Çocukların zekâlarının bu kadar dar olduğunu sanmıyorum. Kavramsal düşünüm daha zayıf ve aceleci olabilir, ama çocuklarda da gri alanlara yönelik gereksinimler mevcuttur. 2000’li yıllarla birlikte iyilik ve kötülüğün keskin ayrımı ve bir kişinin kahramanlığına yönelik işleyişler bence geride bırakıldı. Bu nedenle benim çocukluğumu paylaşan akranlarımın fazla idealist olduklarını düşünüyorum. Bence orta ekonomik sınıfta çocukluğunu yaşayanların başarı ve kahramanlık anlatılarına gereksinimlerinin daha az olması gerekir. Ama günümüzde hala bunun devam ettiğini görüyoruz. Burada bir soruyla bitirmeli: Sanallığa fazla ayırılmış vakitler sahici bilinçleri koşullamıyor olabilir mi?