Soruşturma

"Koku en çok da hayal gücünü ve hafızayı ayaklandırır"

İyi edebiyat metinlerinin duyularla ilişkisi oldukça zengin – duyurma ve duyumsatma yetkinlikleri de öyle! İyi edebiyat metinleri, okurların duyularını tetikler, uyarır - çoğaltır bir çağrışımla. En çok da hayal gücünü ve hafızayı ayaklandırır.

Sizce kokunun edebiyattaki işlevi nedir? Anlatıda kokunun temsilinden söz edilebilir mi?

İyi edebiyat metinlerinin duyularla ilişkisi oldukça zengin –duyurma ve duyumsatma yetkinlikleri de öyle! İyi edebiyat metinleri, okurların duyularını tetikler, uyarır- çoğaltır bir çağrışımla. En çok da hayal gücünü ve hafızayı ayaklandırır. Dokunmayı, tadı, görüntüleri, sesleri çağırır koku. Oldukça etkin bir uyarandır koku gündelik hayatın kokuları metinlere sızar, böylelikle edebiyat metinlerinden de türlü kokular sızar. Nasıl ki bazı metinleri okurken bazı olayları, mekânları ya da bazı karakterleri neredeyse görürüz, bazılarını okurken de metindeki çoğu kokuyu duyarız! Sözcüklerin sadece tarihsel, sosyal, kültürel, duygusal değil, duyusal yükleri de vardır. Renkleri, tatları, kokuları da vardır.

“Deli eder insanı bu dünya;/Bu gece, bu yıldızlar, bu koku./Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.” dediğinde Orhan Veli, üstümüze başımıza bulaşır o bahar kokusu. Karacaoğlan, “Yağmur yağar mor sümbüller bitirir/Yel estikçe kokuların getirir.” dediğinde de duyarız o yağmuru- o yel bize doğru da eser, bize de getirir sevgilinin kokusunu. Edip Cansever, “Kokmayı paylaştım kır çiçekleriyle” diye yazar. Ahmet Erhan “Üstüm başım ay kokusu” derken, kemanlarda “ayın kokusu”nu duyan Neruda, “Cansevdiğim, erik kokusu var gölgende” diye yazar bir dizesinde. Nasıl da çarpıcıdır Sina Akyol’un iki dizelik “Koku” şiiri: “Kışı bekliyorum, nergis çiçeğini./Onunla ovmak için, seni.” Sait Faik’in “Semaver” öyküsünde sabahları işe giden genç kahramanı, çay kaynayan semaveri, “koku, buhar ve sabahın saadeti”ni üreten bir fabrikaya benzetir. O "sabahın saadeti" bizim burnumuzda da tüter. Refik Halit Karay’ın “Şeftali Bahçeleri” öyküsünü okuyan hangi okur oradaki taze ot kokusunu, toprak kokusunu, “taşkın şeftali kokusu”nu almaz? Çiçekleri ve kokularıyla doğa, kırlar, özellikle de bahar mevsimi, birçok yazarı, şairi etkilemiş; birçok metinde yerlerini almışlardır. Kuşkusuz doğayla, insanla ilgili ve insanla ilişkisi olan her şey, konu ve izlek olarak sanatsal yaratıda temsil edilir. Başta mektuplar, günce ve anılar olmak üzere yazınsal metinler, türkü, şarkı ve ağıtlar, masallar, mitler ve meseller; sevginin, aşkın, tutkunun, yalnızlığın, ayrılık ve özlemin, acının kokusunu da taşır ve duyururlar. 

Kitapların o güzelim kokusunu da unutmamalı ama şiirin de var kendine özgü bir kokusu. Bazı şairlerin de… Ahmed Arif’in karanfil, Ece Ayhan’ın zakkum, Adnan Azar’ın uğultu, Şükrü Erbaş’ın kirpik, Hüseyin Ferhad’ın harf harf kokması gibi! Ergin Günçe’nin “Türkiye Kadar Bir Çiçek”, Lale Müldür’ün ise limon koktuğu! Didem Madak’ın baharat kokusu bir de! “Çoklukta Birlik” adlı şiirinde (çev. Sabahattin Eyüboğlu) “Bir tapınaktır doğa,” diyen Baudelaire şöyle devam eder: “Kokular vardır çocuk tenlerinden taze;/Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil;/Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül./İnsana sonsuz şeylerin tadını veren,/Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular,/Duyuları, düşünceyi alıp götüren.”

Yaşamımızdaki yer ve işlevleriyle, ses, koku, tat gibi özellikleriyle, estetik görünümleriyle nesnelerden yabani otlara çiçeklere, şehirlerden evlere sokaklara, “karanfil sakız kokan” bir soluktan sarımsağa balıklara eski yeni kokuları duyup duyuran şairlerden biridir İlhan Berk. Koku hem bir uyarıcı hem de esin kaynağıdır Berk’te. Dili, sözcükleri ve hatta sesleri koklaya koklaya yazar âdeta. Oktay Rifat da öyledir. “Köşe başını tutan leylak kokusu/Yakamı bırak da gideyim” der Perçemli Sokak’ta. Koca Bir Yaz’da yer alan “Koku” adlı şiirindeyse elmadan başlayıp türlü nesnenin kokusunu duyurur: “elma kabuğu kokuyorsun/sen elma çürüğü kokuyorsun/serin taşlıklar sofalar/mangallar endam aynaları/kafesler alçak sedirler/öptükçe boynunu kollarını/beyaz ahşap evlerinde anıların/benim oluyor kokunla/sen eski günleri kokuyorsun.” Enis Batur da aşkın kokusunu duyumsatır okuruna şu dizelerinde: “Sizin için kalktım geldim/ve her tarafınızdan ayrı bir koku topladım.” “Göğü kucaklayıp getirdim sana/kokla/açılırsın.” diyen Arkadaş Z. Özger, ekler: “çam kolonyası getirdim sana/kentli dağlıların haklı sevdasını/bolu ormanlarından çarpan bir koku/sanki köroğlunun ter kokusu/aman kokusu, billah kokusu”. Süreyya Berfe “Serin bir su alnının kokusu” dese de şiirimizde bedenin tüm kokularını küçük İskender yazmıştır – çekincesiz! 

Behçet Necatigil’e göre şiir okuru “kendisini belki göremediğimiz, ama kokusunu duyduğumuz için ilerlemeyi göze aldığımız şifalı bitkilerdir.” Mehmet Taner “Böğürtlen” şiirinde, böğürtlenin, şiir öznesinin ve okurun kokularını âdeta birbirine bulaştırır: “Kokumla yaşıyorum, dağ, orman kokuyorum ben/Çalı kokuyorum, ıssız bozkırlar kokuyorum, tren kokuyorum/Patikalarda böğürtlenler korku içinde çekilirler derin yarlardan/Yılgın seviler kokuyorum, böğürtlen kokuyorum”

Okuduklarımıza benziyoruz biz de. Okuduklarımız kokuyoruz buram buram. Sevdiğimiz şiirlere benziyoruz, üstümüze başımıza siniyor oradaki koku– ondandır sevdiğimiz şiirler gibi kokuyoruz! 

(Bilinen örnekler olsa da Patrick Süskind’in Koku: Bir Katilin Hikâyesi ile Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtlarında da kokunun -bellek ile- kurucu öge olduğunu eklemeliyim. Hele bir de Saramago’nun Körlük’ünden yükselen o ağır koku! “Lady Giyotin” şiirinde Ülkü Tamer’in “Kan akar: kokulu kan,/Uzakta bir sokak halkını öğürmelerle uyandıran/Kanın kokulusu akar.” dediği bir de!) 

 

Peki koku sınıfsal mıdır desek?

Toplumbilimin toplumsal sınıfları tanımlamada yer alan ölçütleri arasında “koku” yer almasa da alt ve üst sınıfların yaşam biçimleri ile kültürel düzey, beğeni ve alışkanlıkları arasında kuşkusuz önemli farklar var. Üretim araçlarına sahip olan, toplumun küçük bir kesimi olmakla birlikte gelirden en büyük payı alan, gelir düzeyi yüksek egemen sınıflar, ekonomik güçlerinin göstergesi olarak beğenilme ve saygınlıklarını, güzellik ve görünürlüklerini, giyimden kuşama, kozmetiğe maddi kültürel ögelerle de desteklerler. Kölelik düzeninde köle sahipleriyle köleler, feodal düzende feodal beylerle serfler, kapitalist sistemde burjuvazi ile işçi sınıfı, maddi-manevi kültürel özellikleriyle de ayrılırlar.

Üst toplumsal tabaka ve sınıflardan her gün duş alan, temiz giysiler giyen, parfüm kullananlarla toz-toprak içinde tüm gün çalışan, terleyen insanların kokusu aynı değil kuşkusuz. Kokunun tarihine baktığımızda da kralların, asillerin kullandığı kokularla halkın kullandıklarının aynı olmadığını görürüz. Vedat Ozan’ın dört ciltlik önemli çalışması Kokular Tarihi’ni öneririm bu konunun ilgililerine. Tüketim toplumlarında kapitalist kültür endüstrisi, cinsellikten özlemlere sömürdüğü, basın yayın gibi kitle iletişim araçlarıyla, reklamlar ve modalarla, farklı pazarlama yöntemleriyle etkileyerek yönlendirip koşullandırdığı geniş halk kitlelerinde, yığın kültürü ve beğenisi oluşturup güzellik idolleri yaratarak ürünlerini satmakta. Böylece alt sınıftan bireylerde de çoğu zaman sahtesi, taklidi de olsa benzer biçimde giyinme, benzer parfümü, kokuyu kullanma benzeri üst sınıflara öykünme eğilimi görüyoruz.

Günümüzde ciddi bir pazarı var kokunun. Parfüm sektörünün yanında deterjanlardan şampuanlara sabunlara, defterlerden silgilere oyuncaklara birçok hediyelik eşyaya kokulu ürünler... Koku testleri, insanların daha çok kokulu ürünleri satın aldıkları, bebeklerin de kokulu oyuncaklara yöneldiklerini ortaya koyuyor. Koku uzmanları, koku tasarımcıları bu alanda ciddi çalışmalar yapıyorlar. Kokunun duygu durumlarımızı doğrudan etkilemedeki gücü ile ilgili ve elbette kapitalizmin hileli yönlendirme, güdümleme alanlarından biri.  

Yoksulluğun kokusu duyulmasın ister çünkü egemen sınıflar. Yoksulluğu yok etmek değildir dertleri - görünmez kılmaktır yoksulu, yoksulun kokusunu uzak tutmaktır o narin burunlarından (!) Yapış yapıştır ama yoksulluğun kokusu. Derinden siner yoksulun kokusu- tüm sanat eserlerine. Direnir– çıkmaz kolay kolay! Kimliktir koku.

Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun sarsıcı filmi Parazit’te koku, sınıf farkını anlatan güçlü bir metafordur. Mr. Park, “Metroya binen insanlar gibi kokuyorlar, arabanın arkasında otururken bu kokuya dayanamıyorum.” diyerek şoförü Kim ailesinin babasının kokusundan şikâyet eder. Zengin Park ailesinin oğlunun “Hepsi aynı kokuyor” cümlesi ise bu kokuyu sınıfsallaştırır. Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda Rilke’nin yazdığını da hatırlayalım: “Herkes bilir, ellerini bileklerine kadar yıkamaz yoksullar. O hâlde bilek temizliğinden bazı şeyler anlaşılabilir.”

Yoksul evlerin bebekleri de ayrı kokar- ter, süt karışımı ekşimsi bir kokuları vardır. Doğal maya katılmış, taş fırında pişmiş, taze ekmeğin, ev yoğurdunun, tarhana çorbasının kokusunu andıran hoş bir kokudur bu. Tabakhane işçileriyle kunduracılar çarşısında çalışanlar, baharatçılar, kahvehane ya da meyhane işletenler, bakkallar, lokantacılar, kasaplar işyerlerinin kokusunu da getirirler akşamları evlerine. Bakkallık yapan dedem, cebinde bir paket çikolata ya da krakerle eve gelince, dükkânın kokusunu da taşırdı eve. Bir de ikimiz Tekel’e gider çuvallar dolusu sigara taşırdık– hiç unutmam o tütün kokusunu!   

Yazın pamuk tarlalarında, seralarda çalışan işçileri, hayvan besleyen, günde birçok kez ahıra-ağıla girip çıkan köylüleri, büyük kentlerde tıka basa dolu halk otobüsü, dolmuş ve tramvaylarda sıkış tepiş yolculuk yapanları, uzun mesai saatleri boyunca fabrikalarda durmadan çalışan emekçileri düşünür; apartmanların rutubet, küf, lağım kokan bodrum katlarında oturanlarla Boğaz’a bakan villalarının mavi kokusuyla, manolyaların, akşamsefalarının esrik kokusunu içine çekerek yaşayanları karşılaştırdığımızda anlarız kokunun da sınıfsallığını. Köy sokaklarında gübre ve küspe kokuları, kentlerde çöp konteynırlarının kokuları, kışın gecekondu mahallelerinde ucuz kömürlerin ağır kokusu doldurur havayı. Sobalı evlerin içi de, perdeleri de hep is kokar!  

Bizim edebiyatımızda yoksulun, yoksulluğun ve hatta yoksunluğun bu geçmeyen kokusunu, en çarpıcı anlatan isim kuşkusuz Latife Tekin’dir. Berci Kristin Çöp Masalları’ndan okura doğru taşan, kabaran tüm kokular, geniş çöp sahaları ile sanayi bölgesi arasında kurulan bir gecekondu semtinin, Çiçektepe’nin anlatısına katkı sunar. Çöp tepelerinin o kokusu bu soruya en yakıcı cevabı verir. Bir de Melih Cevdet Anday’ın, izninizle hepsini alıntılamak istediğim, muhteşem şiiri:

 

ÇÜRÜK

Akasya ağaçları akasya kokuyor

Bahçelerde güller gübreler kokuyor

Geçen otomobil benzin kokuyor

Otomobilin içindeki kadın lavanta kokuyor

Kadının lavantası dehşet kokuyor

Bu lavanta kokusunu koklayan adam ne kokuyor

Rakı kokuyor

Kızlar, oğlanlar ter kokuyor

Hastaların kapanmamış yaraları kokuyor

Sağlamların açılacak yaraları kokuyor

İnsanların elleri, gözleri, kalpleri kokuyor

Açlıktan nefesleri kokuyor

Çürüyen dişleri, derileri, beyinleri kokuyor

Duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor

Yazdıkları, okudukları kokuyor

Çürüdükçe kokuyor

Kitaplar, dergiler, afişler, mektuplar kokuyor

Dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar kokuyor

Havalandırılmamış odalar kokuyor

Havalandırılmış odalar kokuyor

Sofalar, evler, apartımanlar kokuyor

Mahalleler, şehirler, memleketler kıtalar kokuyor

Çürüdükçe kokuyor

Duymuyor musunuz kokuyor

Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor.

 

Son olarak çocukluğunuzda sizi etkileyen bir koku ya da koku anlatısı var mı?

Öyle çok ki! Çocukluğum Tefenni’de geçti– bir küçük, bir özel kasaba! Beni çocukluğuma götüren kokular arasında başta çok sevdiğim saçta yapılan ıspanaklı, pırasalı, içine soğandan maydanoza, dereotuna çeşitli otlarla bolca yağ ve lor peyniri katılmış böreklerin kokusu. Sobanın üzerinde pişirdiğimiz kestanelerin ve oda güzel koksun diye yine üstüne koyduğumuz mandalina, portakal kabuklarının kokusu. Yeni doğan kokusu! Süt kokusu! Oğlağı da, kuzusu da, buzağısı da, tavşanı da, civcivi de aynı sanki. Yaşamın, varoluşun, büyümenin kokusu var her birinde! Babamın kilitli odasından getirdiği kitapların ama ille de saman kâğıttan eski defterlerin kokusu. (Kitapları ve defterleri koklamaktan vazgeçmedim). Anneannemle gittiğim, haftanın bir günü kurulan pazar yerinde kavrulan leblebilerin, patlatılan, közlenen ya da suda kaynatılan mısırların kokusu. Kahve öğütülen dükkânlardan sokağa yayılan o eşsiz koku. Yağmur sonlarının toprak kokusu. Çoğu çiftçinin anason ektiği depolardan, anason yüklü traktörlerden çevreye yayılan ağır koku. Bu bölgede ekim izni olan haşhaşın kokusu. Kaynatılan pancar kokusu. Ninemin odasından yayılan ayva kokusu – saman içinde sapsarı, misk kokulu kış kavunlarının kokusu – sandığını açtığındaki o eski koku. Yüklükteki pamuk yorganların ve yastıkların kokusu. Anneannemle uzun uzun, saatlerce ayıkladığımız nanelerin kokusu! Çırptığım dutların kokusu! Yeni biçilmiş ot kokusu. Fesleğenin, ıhlamurun, lavantanın kokusu. Bir de ilk gençlik yıllarımın geçtiği Burdur’un iğde çiçeklerinin esrik, şımarık kokusu. Dirimin kokusu. Yitirilen bir kayıp cennetin kokusu…        

Unutulmayacak anılarımdan biri de kızım Ada’nın üç-dört yaşlarındayken onu öpmek isteyen dedeme ve nineme “Senin ağzın yaşlılık kokuyor,” deyişi!