Soruşturma

"Babaannem ona ait tüm kokularıyla bir anlatıya dönüştü sanırım zihnimde"

Öyküler hüznü, kederi, acıyı, sevinci, pişmanlığı, yenilgiyi, özlemi, vuslatı ve başka başka duyguları kısa alanda, yoğun bir şekilde anlatır.

Sizce kokunun edebiyattaki işlevi nedir? Anlatıda kokunun temsilinden söz edilebilir mi?

Bu soruyu genel olarak edebiyat bağlamından çıkarıp özelde öykü bağlamında cevaplamayı yeğleyeceğim. Çünkü öykü romana ve diğer türlere göre –şiir hariç- duyguları önceleyen, çoğunluk bir duygudan yola çıkılarak yazılan, ya da okuru bir duyguya vardırmaya, o duyguyla baş başına bırakmayı hedefleyen bir tür. Öyküler hüznü, kederi, acıyı, sevinci, pişmanlığı, yenilgiyi, özlemi, vuslatı ve başka başka duyguları kısa alanda, yoğun bir şekilde anlatır. Duygu yoğunluklu kelimeler, deyişler öyküde daha sıklıkla kullanılır, kelimelerin kendileri kadar, belki de daha fazlasıyla çağrışımları duygularımızı harekete geçirir. Koku, bence dokunma, duyma, tat alma, görme duyularıyla birlikte var olur öykü dünyasında. Duyguyu, hisleri kuşatıcı bir şekilde anlatabilmek için duyuları harekete geçiren renkler, sıfatlar gibi okurun koku hafızasını aktif kılacak kelimeler, söyleyiş biçimleri de kullanılır. Örneğin, Yaşar Kemal, “Sarı Sıcak” öyküsünde sıcağı, çocuk Osman’ın yoksulluğunu “ekşi ekşi ter kokusu”yla anlatır, gün ışımadan harman yerinde deste yapan çocuğun çilesini anlatan öyküye tarladaki otların kokusu hâkimdir. Sabahattin Ali’nin “Ayran” öyküsünde kokuya ilişkin kelimeler kullanılmasa da öykü yoğurdun, ayranın beyazlığıyla birlikte kokusunu da çağrıştırır. Sait Faik’in öyküleri adalar, deniz, yosun, balık kokar. Yaşar Kemalin öyküleri Çukurova, ekin, sıcak, ter kokar. Füruzan’ın öyküsü kimi zaman portakal bahçeleri, Anadolu’nun ahşap evleri, kimi zaman şehrin ıssızlığı, yoksulluğu ve çocukluk kokar. Katherine Mansfield’in öyküsü de çocukluk, merhamet, bahçe ve deniz kokar. Öykünün adı, konusu salt kokuya hasredilmiş, zihnimdeki en belirgin anlatı ise Necip Tosun’un “Süt Kokusu” isimli anne özlemini anlatan öyküsü.

 

Peki koku sınıfsal mıdır desek?

Kokuyu, parfüm kokusu ve temizliğin kokusu diye ikiye ayırırsak belki üzerinde daha iyi düşünebiliriz. Temizliğin sınıfı olmaz, pekâlâ mis gibi sabun kokabilir varlıklı olmayan bir kişinin üstü başı ve dahi evi, odaları. Parfüm kokusu ise çağrıştırdıkları ve pahalı olması nedeniyle ister istemez varlıklı kesimi temsil ediyor, parfüm kokusu güzel midir, her zaman iyi, hoş, naif şeyler mi çağrıştırır meselesi ise apayrı bir konu. Günümüzde üretilen parfümlerin çoğu, düşünceyi, duyguyu, hafızayı canlandırmaktan ziyade insanın dürtülerini harekete geçirmek üzere tasarlanıyor. İnsanın manevi frekanslarını açmanın aksi yönünde çalışıyor. Bu tür keskin kokulu parfümlerin sürünenlere huzur, dinginlik getirdiğini düşünmüyorum. Bir de ucuz parfümler var tabii, bu kokular da ister istemez taklidi, özentiyi, ulaşılamamış zenginliği hatırlatıyor bize, hiç sürülmese yeğdir. Ama kafa karıştırıcı bir şey daha var, gül kokusu. Gül kokusu kalbin frekansına en yakın koku, bu yüzden insanın enerjisini yükseltiyor, gönlünü açıyor, ferahlatıyor. Fakat hakiki gül esansı, yağı çok pahalı, o hâlde aslında doğanın bize sunduğu bu en kıymetli kokuyu kullanmak, ondan istifade etmek için de varlıklı olmak gerektiği sonucu çıkıyor. Ya da herkesin balkonunu, varsa bahçesini bıkmadan usanmadan gül bahçesine çevirmesi. Gül olanın aslı güldür, Peygamberin nesli güldür.

                                                                                     

Son olarak çocukluğunuzda sizi etkileyen bir koku ya da koku anlatısı var mı?

Babaannem ona ait tüm kokularıyla bir anlatıya dönüştü sanırım zihnimde, ben yaşlanıp çocukluğum gerilerde kaldıkça onunla ilgili hatıralarım saydamlaşıyor.

Babaannemin kınalı ellerinin, kuzenlerime ve bana yaktığı kınanın yanık kokusu benim için çok etkileyiciydi. Birlikte ellerimizdeki kınanın ilk zamanlarındaki turuncu hâlini, sonra yavaş yavaş tabaya, koyu kahverengiye dönüşünü gözlemlerdik, kınanın rengi koyulaşırken kokusunun yoğunluğu da yavaş yavaş yiterdi. Renginden çok kokusuna tutkun olduğumuzdan ikimiz de bir sonraki kına yakma ritüelini iple çekerdik.

Babaannemle bütünleşen diğer koku süründüğü yoğun esanslı baygın iğde kokusuydu. Bu koku onun Umre ziyaretlerinde aldığı o minik altın sarısı kapaklı cam şişelerdeydi, bana da sürmesini istediğimde reddetmez şişenin kapağını açar, kapağın iç kısmındaki o ince plastik kürdanvari uca bulanmış kokuyu bileklerimde gezdirdiğinde havaya uçardım. Eve döndüğümde bileklerim hem iğde hem babaannem kokardı.

Babaannemler Konya’nın Meram bölgesinde bahçeli bir evde otururlardı, bahçe baharda leylakların, güllerin, gece sefalarının, kadifelerin, aslanağızlarının cümbüş yeriydi. Ama bir tanesi çok özeldi bu çiçeklerin, iki katlı evin ön cephesini saran, yukarıdaki balkona kadar uzanan bordo kadife güller efsaneydi. Babaannem benim çiçekleri çok sevdiğimi bildiğinden bu güllerden bir demet yapar verirdi beni uğurlarken. Halbuki bahçesi, çiçekleri, meyve ağaçları onun için çok değerliydi, kimi zaman onlara zarar gelmesindense torunlarına kızacak kadar. Babaannem bu bir top gülün kokusuydu en çok.

Belki de bütün bu kokular, onun güçlü karakterinin farklı tezahürleriydi. Aklı, hafızası, hikâyeleme yeteneği, ironik diliyle kokuları kendine çeken bu kadın, bize de en çok ıtırlı hatırasını miras bıraktı.