Dosya

Bir Pasif Direniş: Sekoyana'nın Kapıları

“Bir çocuğun yetişkinler dünyasından kaçıp her açıdan güçlü olduğu bir yere gitmesi fikri bana çok ilginç geldi.” Harry Potter kitaplarının cildinde okuru, kitabın yazarı J. K. Rowling’den alıntılanan bu pasaj karşılar.

Sekoyana’nın Kapıları Şiirsel Taş’ın kaleme aldığı “bir orman öyküsü”. Öykü, ormanda, kendi yaptığı kulübesinde münzevi bir hayat süren Sekoyana’ya bir çocuğun bir süreliğine emanet edilmesiyle başlar. Ancak çocuk bu dünyanın kendisine tamamen yabancı bir dünya olduğunu derhâl anlar. Sekoyana yaşlandıkça yeşerdiğini söylediği ve gerçekten de yemyeşil, upuzun saçlarıyla çocuğun karşısında konuşmadan fakat tebessümle dururken, çocuk rahatsız edici sessizliği bozmak adına ve elbette kendi bildiği yöntemle bir giriş yapmak için Sekoyana’ya adını söylemeye yeltenir. Ancak Sekoyana çocuğun sözünü keser ve ona “Henüz söyleyebileceğin bir adın yok” (Taş 8) der. Bu noktadan itibaren, çocuk da okuyucu da bilinmeyen bir dünyanın içindeki dört kapılı bir kulübede, çocuğun adını bulma yolundaki bir orman macerasına atılmış olur.

Kural basittir. Çocuk sırayla kulübenin bütün kapılarından çıkacaktır ve istediği kapıdan çıkmakta özgürdür; fakat o kapıyla işi bittiğini düşünene kadar aynı kapıdan çıkması gerekmektedir. Böylece çocuk her bir kapıdan çıkışında ormanın farklı bir tarafıyla tanışır. Birinci kapıda toprakla, ikinci kapıda havayla, üçüncü kapıda suyla ve son olarak da geçirdiği ateşli hastalık sebebiyle ateşle. Her bir tanışmadan sonra, yani bir diğer kapıya geçişinde, bir önceki kapının üzerine o kapıdan çıktıktan sonra yaşadıklarıyla alakalı olarak kendinde iz bırakan bir şeyi çizmesi gerekmektedir. İlk kapıya bir soru işareti çizer. Zira ormanda geçirdiği ilk üç günün sonunda çocuğun zihninde soru işaretleri vardır. Ormana ve oradaki hayatlara dair bilinmezlik onu ürkütmektedir. Bu noktada, içindeki her şeyi birbirine bağlayan bir diyaloğun yarattığı uyumla ve yine kendi içinde işleyen kurallarla orman karşımıza mistik bir alan olarak çıkar. Sekoyana’nın öyküyü keserek metne yerleştirilen günlüğü sürekli olarak bu diyaloğun altını çizer. Ağaçların iletişim sistemi olan mikoriza gibi, orman ve ona dâhil her şey canlı bir iletişim hâlindedir. Ormanda yalnız kaldığı bir vakitte yakalandığı şiddetli yağmurun ortasında bayılıveren çocuğu bulması için Sekoyana’ya yaban kedisinin yol göstermesi de, yine aynı gün çocuğu kulübeye kadar taşıyacak olan kızıl geyiğin onlara eşlik etmesi de bu diyaloğun bir parçasıdır. Ormanda bulunduğu müddetçe çocuk da gitgide ormanın diline yaklaşır ve bu diyaloğa dâhil olur. Dâhil oldukça, ormanın gizemli unsurlarının manası da ve böylece soru işaretlerinin ifade ettikleri de çocuk için farklılaşacaktır. Bu değişim elbette ormanın bilgisine sahip mistik bir bilge konumundaki Sekoyana ile olur. Sekoyana çocuğa hissetmeyi; ağaçla, toprakla ve bunlara dair bütün unsurlarla tüm duyularını kullanarak iletişim kurmayı öğretir. Böylece çocuk her bir kapıdan sonra Sekoyana’nın deyimiyle sadece kendi türünün safını tutmayı bırakır ve ormanda bayırları kolayca aşmasını sağlayan uzunca sopasıyla “üç bacaklı bir orman yaratığı”na dönüşür. Orman, artık çocuk için yabancı bir yer değildir.

Ancak yine de çocuğun aklında soru işaretleri kalmaya devam eder. Her bir kapıya kendinde iz bırakanları çizer ve nihayetinde çizdikleri ormana dair akıl erdiremedikleridir. Fakat bu soru işaretleri ilk kapıdaki soru işaretlerinden farklıdır; çünkü çocuk ormanın dilini öğrendikçe düşünme biçimi de değişmeye başlar. Ormanın gerçeği, ondan uzaklaşmış gündelik şehir hayatının gerçeğinden çok daha başkadır. Bu gerçeğin diline yaklaştıkça bilinmezlik ortadan kalkmaz; fakat bu bilinmezlik artık çocuğu korkutmamaktadır. En başta çocuk ormanda çıktığı keşifte rast geldiği bir kayrana dair çeşitli hikâyeler üretir. Orasının neden ağaçsız bir boşluk olduğu, etrafında çimlerin nasıl düzgün bir yuvarlak etrafında sıralandığına dair aklında kocaman bir soru işareti vardır. İlk başta kayranı uçan bir dairenin bıraktığı bir iz olarak düşünür. Sekoyana ise buraya cadı dairesi denildiğini söyler. Cadılar gizemli ve ürkütücüdür; çocuk buna inanmak istemez. Fakat Sekoyana hikâyeyi tersine çevirir. Cadılar kayranların ortasına girip ormanın kendisine has kokusunu veren kazanları kaynatanlardır. Diğer canlılar ise onları göremez; çünkü orman kayranına giren cadıları görünmezleşerek onları kollamakta ve korumaktadır. Sekoyana da işte yemyeşil saçlarıyla ormanla bütünleşmiş, çocuğu koruyup kollayan bir cadıdır. Bu noktadan sonra gizemli olaylar gizemli kalmaya devam eder, fakat artık ürkütmezler. Çocuğun kapılardan çıkarken duyduğu tak tak sesleri, insanların değil; ormanın duyabildiği ve yaban kedisinin çocuğu ölmek üzereyken bulmasını sağlayan kehribar düdük ve Sekoyana’nın saçları ormanın kendi gerçekliğinin unsurlarıdır. Sekoyana bu gerçeğe yaklaşmak, ormanın dilini okuyabilmek ve onun bir parçası olabilmek için ormandadır. Çocuk da Sekoyana’ya bu dili öğrenmesi için emanet edilmiştir. Bu noktadan sonra tıpkı çocuk gibi ormanın diline yaklaşan herkes gökyüzü ile okyanusun, sığırcık ile balığın birbirine ne kadar benzediğini derhâl fark edecektir. Zira hikâyenin önermesine göre hepsinin ve her şeyin özü aynıdır; ancak insanlar zaman içinde ona gitgide yabancılaşmıştır.

Esasında Sekoyana’nın ormanda, ara ara yanına bırakılan çocuklarla sürdürdüğü bu hayat sivil bir itaatsizliktir. Bu noktada, çocuğun aslında kendi adını bulmak için Sekoyana’nın yanında olduğunu hatırlamak da faydalı olacaktır. Ona verilen bir ismi kabullenmektense başka bir gerçekliği görmesi, yaşadığı tek hayatın şehirde dayatılan hayat olmadığını anlaması ve o zamana kadar öğrendiği hayatın gerçekliğini yıkan ormanın dünyasında, kendi adını kendisinin bulması gerekmektedir. Düşünme biçimi değişmeye başladıkça şehirdeki hayata mesafe de almaya başlar çocuk. Eski anlamlar değişir, yerine tıpkı kayrandaki cadı hikâyesinde olduğu gibi yeni anlamlar gelir. Bu, ormandan gitgide uzaklaşmış ve onun sesini bastırmış modern dünyaya karşı bir direniş, ancak pasif bir direniştir. Zira burada esas prensip zarar vermemek, yani şiddetsizliktir. Bu sebeple, basitçe zarar vermemek manasına gelen ahimsa sözcüğü metinde çok önemli bir yer tutar. Bu noktada, Sekoyana’nın orman öyküsü ile ahimsa prensibi zemininde hareket eden Gandhi’nin tuz yürüyüşü arasında bir paralellik kurmak mümkündür. Tuz vergisini protesto etmek ve tuz tekelini kırmak amacıyla binlerce destekçiyle denize kadar kilometrelerce yürüyen Gandhi, denizden çamurla karışık tuzu çıkarıp onu yıkayarak kendi tuzunu kendi üretmiş ve böylece tuz üretimindeki tekeli ahimsa prensibi sınırlarında kırmıştır. Sekoyana da kendi inşa ettiği kulübesinde, kendi yaptığı unla pişirdiği ekmeği, yine kendi topladıklarıyla hazırladığı yemekleriyle modern hayata isyan eder. Bu direnişte zarar vermemek onun için de esas ilkedir. Av onun gözünde bir şiddet olayıdır ve bu sebeple Sekoyana avcı değil toplayıcıdır. Metnin genelinde duyulan müzik de yine bu prensiple alakalıdır. Sekoyana sürekli olarak eski dillerde söylenen bir şarkıyı mırıldanır. Çocuk için en dikkat çekici olansa şarkının içinde sürekli geçmekte olan ve anlamını sonradan öğreneceği ahimsa sözcüğüdür. Hikâyenin sonunda çocuğun kendisine seçeceği isim de yine ahimsa olacaktır.

Toparlamak gerekirse, Sekoyana’nın Kapıları süregiden hayata mesafe alan, onu sorgulayan ve onun yerine başka bir yaşama biçimini öneren bir orman öyküsüdür. Modern hayattan çıkıp ormanın bilgisine erişerek onunla bütünleşmiş Sekoyana’nın yanına gelen çocuğun orman serüveni boyunca ormanın bilinmezlikleri biçim değiştirerek farklı bir gerçekliğin kapısını aralar. Süregidenden başka bir hayatın varlığının imkânını keşfetmek ise artık diğer hayata dair bir itaatsizliğin ve ona karşı bir direnişin de yolunu açacaktır. Bu yeni yolun esas kuralı zarar vermemektedir. Çocuk bu kuralı kendisine isim olarak seçer ve ormandan ayrılır. Şehre geldiği gibi değil, üç ayaklı bir orman yaratığı olarak döner. Böylece bu pasif direniş ormanı aşmış ve kendini süregiden hayata da çoktan taşımıştır.

 

Kaynakça

Taş, Şiirsel. Sekoyana’nın Kapıları: Bir Orman Öyküsü. Res. Oğuz Demir. İstanbul: Doğan Egmont Yayınları,

2017.