Dosya

Baba Figürü Üzerine Bir Anlatı: Yeşil Kertenkele

Yeşil Kertenkele’nin başkahramanı İbrahim, anlatıcı tarafından okurun karşısına ilk kez hikâyenin de açılış sahnesi olan gecenin sabaha yakın bir zaman diliminde çıkartılır.

Yaşar Kemal’in ilk kez 1952’de yayımlanan öykü kitabı Sarı Sıcak’ın içinden bir öykü olan Yeşil Kertenkele Sedat Girgin’in çizimleriyle 2017 Ağustos ayından itibaren YKY Doğan Kardeş tarafından on ve üzeri yaş grubuna hitap etmek amacıyla bu kez de çocuk okurlarla buluşturuldu. Aslında Yaşar Kemal tarafından direkt olarak çocuk kitlesi hedef alınarak yazılmış bir öykü olmamasına rağmen Yeşil Kertenkele’nin, gerek ilk gençlik yıllarındaki başkahramanı gerek yalın ve bir o kadar açık diliyle çocuk okurun ilgisini çekebilecek ve ona hitap edebilecek özellikte olduğunu söylemek mümkündür. Bu yazıda üzerinde duracağım şekliyle metin, temelde baba yoksunluğu yaşayan bir başkahramanın buna karşı geliştirmiş olduğu bir savunma mekanizmasının ardında yatan doyurulamaz özlemi ve hayal gücünü yansıtması açısından oldukça önemli noktalara işaret etmektedir.

Yeşil Kertenkele’nin başkahramanı İbrahim, anlatıcı tarafından okurun karşısına ilk kez hikâyenin de açılış sahnesi olan gecenin sabaha yakın bir zaman diliminde çıkartılır. Okur metni anlatıcının âdeta bir kameranın gözünden aktardıkları aracılığıyla görür ve metni karanlıkta İbrahim’i izleyen bir başka kahramanın gözlemine dayanarak okur. Anlatı bir yolculuk boyunca devam eder ve bu yolculuk İbrahim’in aslında kendi köyü olduğu bilinen bir yerden ıssız noktalara doğru görünmemeye çalışa çalışa yürüyüşünün yolculuğudur. Üzerinde onu izleyen bir gözün varlığını devamlı hissederek yoluna devam eden İbrahim’in bu kısım boyunca aslında etrafındaki doğayla, mekânla ve geceyle ne kadar yakın olduğu, onu ne kadar yakından tanıdığı ve onunla arasındaki âdeta dostane bir ilişkinin varlığı vurgulanır: “Koyun başladığı yerde denizle koy arasında uzun kocaman ta ötelere ötelere uzanan bir kaya parçası daha doğrusu bir kayadan dağ var. Kayalıklarda nergisler açar... Her zaman kayalığın üstünde bir ak martı bulunur. Salınıp durur. Martıların yumurtalarının tadına doyum olmaz. İbrahim en sarp yerdeki martı yuvasını bilir” (Yaşar Kemal 12-3). Yalnızlığıyla yol almakta olan İbrahim’in bir alışkanlıkla yapmış olduğu bu yürüyüşlerin sıklığı ve bunun aktarımı sırasında onun karakterine dair çıkarımlar yapmaya elveren diyalojik anlatıcı sesiyle bu kez de İbrahim’in henüz açıklanmayacak olan büyük derdine dair de birtakım sezgiler edinmeyi mümkün kılar. “Yaşlılar neyse ne ya, köyden bir çocuk yüzü görmesin deliye dönerdi. Kinden, öfkeden dişi dişini yer, kaçacak saklanacak delik arardı. Eğer denizde, kayığındaysa, onlar oradan ırayıncaya kadar kayığın içine yatar, onlar gözükmez olduktan sonra ancak kalkar, küreklere yapışır, enginlere enginlere var gücüyle giderdi” (13). İbrahim’in kaçışının asıl sebebinin çocuklar oluşu ve onlara karşı beslemiş olduğu yoğun kötücül duygular, aslında kendisinin gitgide ait olduğu yerlerden uzaklaşmasına sebebiyet vermiş yalnızlık duygusunu besleyen ve motive eden duygular olarak okurun karşısına çıkar. Öyle ki bu “insansız” yalnızlığından doğan boşluğunu doğa, hayvanlar ve hayalleriyle kurmuş olduğu dünyanın varlığıyla tatmin etmeye çalıştığı görülür. Martı yavrularıyla kurduğu ilişkiye değinen cümlelerde açık biçimde bu ilişkinin izleri okura ulaştırılmak istenir: “Bir de onları incitmeden usul usul okşamaya bayılırdı. Yumuşacıktı. Parmakları yağlıca, incecik bir sıcaklığa, okşamaya, ürpertiye gömülürdü. Burnuna deniz kokularının en güzeli, mavinin, deniz yıldızlarının, yosunun kokusu dolardı” (15). Tıpkı martılar gibi İbrahim’in bir de yeşil bir kertenkeleyle ve kaplumbağalarla kurmuş olduğu ilişki bu noktada açığa çıkarılır. Bu ilişkinin işaret ettiği nokta ise, İbrahim’in tüm bu hayvanlarla köydeki kendini izole ettiği yaşamın bir alternatifini, bir yeni dünyasını kurduğudur. Kendisini özdeşleştirdiği hayvanın bu bağlamda sahip olduğu söylem sebebiyle kertenkele olduğu fark edilir: “Kertenkelenin gözleri güzeldi. Dertli dertli, kederli, gözü yaşlı bakardı. Garipler, kimsesizler, hor görülmüşler gibi” (16). Bu noktadan sonra anlatıcının bir kamera gibi izleyerek fakat geçmişe ait taraflarına da vurgu yaparak çizdiği İbrahim yolculuğuna kendisinin de katıldığı görülür. Anlatıcı İbrahim’i gizlice izlediği yerden çıkmış, bu kez de kendinden bahsederek bir kahramana dönüşmüş artık onun ağzından hikâyeyi aktarmaya devam etmiştir. Bu noktadan itibaren İbrahim’le karşılaşıp onunla konuşan daha doğrusu çokça onu dinleyen bir kahraman anlatıcı öykünün gidişatını okurla buluşturacaktır. İlk olarak herkes gibi ondan da kaçan İbrahim, sonradan belki de sadece dışarıdan gelmiş bir yabancı olduğunu bildiği için bu orta yaşlı yabancıyla konuşmaya başlar, tam da köye ait bir kişi olmayışından ötürü: “Ne olursan ol, bana ne! Yabancıyım da... Yol arkadaşlığı yapalım, dedim. Ne kaçarsın benden bre kardaşım? Ha, yolu gösteriver diyecektim” (22). Bu hâlini ele vermek istemese de İbrahim’in köydekilerden kaçışı şu sözleriyle kanıtlanmış olur: “Bizim köyden bir adam sandım da seni, kaçtım ki, bakalım benim kim olduğumu bilecek mi, diye” (a.y.).

İbrahim bundan sonra başta okura tanıtılan “ölgün” çocuktan farklı bir kimliğe bürünür. Köydeki herkese dair fotoğraflar çeken bu adamın kendi fotoğrafını da çekmesini isterken aslında yine diğerleriyle kendisi arasında kurduğu ötekilik ilişkisini okura göstermiş olur, herkesinki çekmesine rağmen onunkini çekmeyişine hem içerlemiş hem de ötekileri kıskanmıştır. Belki de bu yüzdendir ki İbrahim, kendini fotoğrafı çekilir bir kişi göstermek adına adama zihnindeki hikâyelerini anlatmaya başlar. İbrahim’in yürürlerkenki bu anlatısının kahramanı babasıdır. Karşısındaki yabancının zaten babasını tanımamasına güvenerek içinden geldiği gibi âdeta babasını kurgular. Anlattığı baba figürü aslında yarı bir süper kahraman gibidir. “kimsenin tutamadığı balıkları” tutan onun babasıdır, kimsenin dalamadığı derinliklere dalıp en güzel süngerleri çıkaran yine onun babası; öyle bir adamdır ki babası “kimsecikler onu göremez”, “kimseyi adamdan sayıp da konuşmaz” (25). Babası yalnızca “denizi, martıları, bir de uçan balıkları, bir de yeşil kertenkelesini sever”; tıpkı İbrahim gibi (26). Bu “süper” babanın varlığı öylesine gerçektir ki okur anlatının devamı boyunca da bu babanın varlığından şüphe etmeden yalnızca bir çocuğun abartısına uğramış çok sevilen bir babayla karşılaştıklarını sanır. İbrahim’in bu monologları sürdükçe bir yerde adama çıkıştığı görülür: “Ne gülüyorsun yahu, atıyor mu sanıyorsun” (30). Bu çıkışının karşısında iki buçuk ay köyde kalıp babasını tanımadığı için anlattıklarına güvendiğini söyleyen bu anlatıcıya kendi anlatısını daha da üstüne basa basa anlatmayı sürdürür: “‘Babam seni çok gördü’ dedi zaferle” ve ekler “Gün ışıyınca fotoğrafımı alacaksın öyle mi?” (a.y.). Onaylandıkça, karşısındakinin de ona inandığına emin oldukça coşkuyla sürdürür anlatmayı ve kendini anlattığı hikâyenin başkahramanı olan babanın çocuğu gibi hissetmenin mutluluğunu doya doya yaşar. Bu sırada bir boşluk yakalanır İbrahim’in ağzında, “Belki anamı boşar” (33) der ve onun anlattığı babanın aslında kendi ahlaki algı ve bakış açısından yaşayan, anlatan, kayıp da olsa bir rol model olan baba olduğu gözler önüne serilir. Bu baba İbrahim’in dediğine bakılırsa “köye küsmüş”tür “köylünün yüzüne bakmayacak”tır. Bundan sonrasında köy hayatının dışında aslında İbrahim’in yapmak istediklerini babasının üzerinden anlatıcıya aktardığını anlamaya imkân yaratılmış olur. Öyle ki, İzmir’e gitmek isteyen de orada insanlarla çok konuşacak olan da mavi gözlü bir kadın alacak olmak da orada insanları seven ve onlarla konuşan da hep İbrahim’dir. Bir noktadan sonra ise artık özlemini duyduğu babanın hayalinde onu nasıl sevdiğini okurun anlamasını sağlar: “Bir gün babam dedi ki, İbrahim oğlum, dedi. Yavrum, yiğidim, aslanım, kara gözlüm, yavrucuğum, dedi. Sonra da beni koltuğumun altından tuttu kaldırdı, öptü... Saçlarımı okşadı. Sesi tatlı, tatlı, tatlıydı... Girelim de denizin altına, yatalım oraya ağzı yukarı, gökyüzünü, yıldızlarını, oradaki kocaman bulutları seyredelim, yavrucuğum İbrahim!” (41). Bu kısımda denizin altından gökyüzünü izleme hayaliyle aslında okur da tam da bu sahnenin hiç de sahici olmadığı hissine kapılmaya hak bulur. Anlatılanın bir çocuğun hayali olduğu çok bellidir, dolayısıyla öncesindeki babanın sevgi gösterme sahnelerinin de öyle olduğu fikrine kapılmamak elde değildir. Bir babanın çocuğuna bir şeyler öğretmesinden, onunla çocuğun bir hayalini paylaşmasından, herkesten daha güçlü ve daha akıllı, olumlu olan tüm özellikleri daha fazla taşımasından, onu sevmesine dek her şeyi bu hikâyesi boyunca İbrahim’in ağzından anlatıcı okura aktarır. Bu bir hikâyedir çünkü İbrahim bir kalabalığın onlara yaklaştığı sesini duyar duymaz çok istediği o fotoğrafı dahi çektirmeden oradan kaçıp uzaklaşırken kalabalığın sesinin anlatıcıya söyleyerek ayırdına varmasını istediği gerçek o zaman ortaya konmuş olur: “‘Anası, buraya gelen ırgatlardan aldı bunu, biliyor musun?’ ‘Biliyorum,’ dedim. ‘Babası bellisiz’ ‘Biliyorum,’ dedim. ‘Çocuklar her gün bağrışırlardı, hey babasız, baban nerde babasız? Heeey babasız.’ ‘Biliyorum,’ dedim” (46). Metin boyunca okurun anlatıcıyla birlikte öğrenmiş olduğu her şeyle eşitlenmiş oluşu burada ona dair daha önceden bildikleriyle artık ayrışır. Okur böylece anlatıcının hiçbir müdahalesi olmadan İbrahim’in kendi hikâyesini kendi ağzından dinler, ona inanır ya da inanmaz bilinmez fakat bildikleri sınırlanmış olur. Sonda ise İbrahim’in aslında hiç sahip olmadığı bir babayı nasıl kurguladığı, kurgulamış da olsa kendine nasıl rol model aldığı, bu yüzden de kimi zaman kendine dair gelecek hayallerini anlattığı, bu babanın onu nasıl sevdiği, hiç görmediği ve tanımadığı babasının nasıl özelliklere sahip olmasını istediği gibi tüm detaylar birkaç cümle vasıtasıyla ortaya konmuş olur. Okur İbrahim’in köye karşı kendini ötekileştirişinin sebebinden, doğa ve hayvanlarla kurduğu ilişkiye, annesini neden babasına boşattığına kadar birçok kanıya bu sayede kapılır ve aslında hayatının dış dünyasına yolculuk yaptığını zannettiği İbrahim’in iç dünyasına yolculuğunu burada tamamlamış olur.

Yeşil Kertenkele, babasız olan ve bu sebeple toplum tarafından dışlanıp onlara karşı kin ve nefret besleyen bir çocuk kahramanın kendi iç dünyasında ayakta kalabilmek için gösterdiği çabayı çok yalın bir şekilde ortaya koyar. Bu yalınlık aslında çocuğun kendi gerçek hikâyesini anlattığını düşünen okurun metnin sonunda gerçekle yüzleşmesiyle sağlanır. Çocuk öznenin sahip olmadığı babası nezdinde yaşama dair tüm umutlarını, hayal ve beklentilerini ne biçimde şekillendirdiği öykünün izlediği kurgusal yöntemle aydınlanır. Sonunda okur, bir çocuğun dış etkenler tarafından ne kadar kötü etkilenirse etkilensin kendi kimliğini tanımlarken kendine has yolu nasıl çizdiğinin, nasıl ayakta kaldığının hikâyesini İbrahim’in anlattıkları vasıtasıyla edinmiş olur. Sevgiyle baktığı ve kederli gördüğü yeşil kertenkelesi ise babası rolüne bürünerek oğlunu yetiştirmesiyle özdeşleşmiş bir kişileştirme gibidir. İbrahim, babasından kendisine gelmesini beklediği her şeyi o kertenkeleye gösterdiği ilgiyle sembolleştirmiştir.

 

Kaynakça

Yaşar Kemal. Yeşil Kertenkele. Res. Sedat Girgin. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2017.