Dosya

Felsefeyi Mizahla Harmanlamak: “Çaylak ile Filozof” Serisi Örneği

Tarih tasarımından çok önceye dayanan felsefe, birçok alt dalı ile insan zihnini sorgulama zemininde dinamik tutan bir disiplin olagelmiştir.

Tarih tasarımından çok önceye dayanan felsefe, birçok alt dalı ile insan zihnini sorgulama zemininde dinamik tutan bir disiplin olagelmiştir. Bilim, dil, din, estetik, siyaset ve zihin felsefesi, “bilgelik sevgisi” anlamına denk gelen felsefenin ana şemsiyesi altında varlıklarını sürdürürler. İçlerinden din felsefesi kuşkusuz üç semavi din ve alternatif inanışlar düşünüldüğünde en çok irdelenen bir alt dal olarak durur. İslam felsefesi ise Yunanca-Arapça çeviri hareketinden etkilenerek gelişmiştir. Her ne kadar çocuk bireyin erginliği ile başlayan bir ibadet pratiği talep eden bir din olsa da İslam, çocuğun okul çağının getirdiği soyut düşünme becerisiyle bir yaratıcıya inanma, benlik, özgürlük, insanlık, güzellik ve ruh kavramlarını tartabileceğini ön görür. Türk çocuk edebiyatında yeni yeni gelişmeye başlayan dinî literatürün en üretken yazarlarından biri olan Özkan Öze “Çaylak ile Filozof” serisinde, İslam felsefesini Batı’nın felsefi argümanlarıyla sentezleyerek çocuk okuruna mizahi bir üslupla sunar. Bu birlikteliği inşa ederken de bir torun ve babaannesi arasında süre giden diyalogları mizah kuramlarının da yardımıyla eğlenceli kılar. Ben de bu yazımda üç önemli mizah kuramının serideki izdüşümlerinin felsefe ve İslam düşüncesi ile birlikteliğini irdeleyip çocuk edebiyatı sahasında durduğu yeri tespit etmeye çalışacağım.

Mizahın tarihçesine uzandığımızda Hititler’in Puruli ayinleri ile Eski Yunan’ın Dionysos şenlikleri, eğlencenin miladı kabul edebileceğimiz törenlerdir. Bu törenlerde gerçekleşen eğlenceli hâller tarihin sonraki devirlerinde veçhe değiştirir. Açık eğlenceler, kapalı oturumlara ve dolaylı anlatımlara indirgendiği gibi sınırsız coşkunluk hâli daha ölçülü bir hünerciliğe yerini bırakır (Öngören 20). Bu noktada Platon’dan bahsedecek olursak onun gülmenin uygun nesnesi olarak insanî şeytanlık ve budalalığı işaret ettiğini görürüz (Morreall 8). Öğrencisi Aristo’nun da gülmenin aslında alayın bir türü olduğu konusunda Platon’la görüş birliği içindedir. Ancak konuya ılımlı bir tavır takınır. Her iki filozof, aslında gülme kuramlarından ilki olan “üstünlük” kuramının izahı olan acımasız ve alay maksadıyla gülmeyi betimler. XVII. ve XIX. yüzyıllar arasını incelediğimizdeyse mizah kuramlarından bir diğeri olan “uyumsuzluk” kuramının savunucuları arasında Kant ve Schopenhauer ile karşılaşırız. Yine ilk kez Aristoteles tarafından irdelenen bu kurama Retorik’te rastlamaktayız (25). Eserde, dinleyiciler arasında bir beklenti yaratıp sonra onları beklenmedik bir şekilde vurmanın konuşmacı için iyi bir güldürme yolu olduğuna dikkat çekilir. “Gülme, yıkılan bir umudun hiçliğe doğru ani değişiminden doğan bir duygudur,” diyerek kurama açıklama getiren Kant’ınkinden farklı olarak Schopenhauer “Her durumda gülmenin nedeni bir kavramla o kavram ilişkisi içinde düşünülen gerçek nesneler arasındaki uyumsuzluğun aniden algılanmasıdır ve gülmenin kendisi bu uyumsuzluktan başka bir şey değildir” der (26).  Gülme kuramlarından sonuncusu olan “rahatlama” kuramına ise Shaftesburry’in 1711 yılında yayınlamış olduğu “The Freedom of Wit and Humor” (Nükte ve Mizahın Özgürlüğü) başlıklı makalesinde denk geliriz. Bir nevi sinirsel boşalmanın ürünü olan rahatlama kuramına ilişkin Shaftesbury, “Açık yürekli insanlar, doğal ve rahat ruh hâlleri kısıtlandığında ya da denetim altına alındığında, içinde bulundukları sıkıntılı durumdan kurtulmak için başka hareket yolları arayacaktır. İster taşlamayla, ister öykünmeyle, ister soytarılıkla olsun- bu insanlar az ya da çok kendilerini gösterdikleri için bu durumdan hoşnut olup üzerindeki baskılardan öç almış olacaklardır.” der (32). Bu üç kuramın Çaylak ile Filozof serisinin bütününde babaanne ve torun arasında Sokratik diyalog temelli bir biçimle var olduğunu ve felsefenin temel konularını çocuk okur için anlaşılır kıldığını iddia edebilirim.

Serinin ilk kitabı Ben Bir Neyim?,  Mark Twain’den bir alıntı ile başlar: “Hayatınızdaki en önemli iki gün; doğduğunuz gün ve neden doğduğunuzu anladığınız gündür.” Bu cümleyle varoluşçuluğa giriş niteliğinde olan serinin ilk kitabında torun olan Çaylak ve babaannesi Filozof, Theseus’un Gemisi metaforuyla benliğin ne olduğu ve nerede saklı olduğu üzerine söyleşirler. Bu metafor mitolojik bir hikâyeden kaynağını alır. Belli bir kısmı tahrip olmuş söz konusu geminin yeni parçalarla uğradığı değişim neticesinde yine Thesus’un gemisi olup olmadığı üzerine Çaylak ile Filozof’un akıl yürütmelerini okuruz. Bu ikili neticede yepyeni bir görüntü alsa da ruhunun aynı kaldığı düşüncesiyle geminin yine aynı gemi olduğu sonucuna varırlar (Öze, Ben Bir… 71). Tıpkı babaannenin gençlik fotoğraflarındaki görüntüsünün silip de ihtiyarlığında da taşıdığı ruh gibi:

“O fotoğrafta gördüğün ve Pippi Longstocking’e benzettiğin solucan kadar sıska kız da benim ve şu an karşında duran beli bükülmüş, birkaç dişi dökülmüş, saçları kırlaşmış, uzun bir süredir gözlüksüz okuyamayan ve suratı neredeyse ütülenmemiş bir gömleğe benzeyen yaşlı kocakarı da BENİM!” (71)

Filozof’un bu cümleleri kendine üstten baktığı bir mizahla ve alaysı bir biçimde ağzından dökülür. Çaylak ise bu uyumsuzluk karşısında şaşkındır. Çocuk okura bu mizahi durum ruhun, benliğin yapıtaşı olduğu fikrini hem üstünlük hem de uyumsuzluk kuramları ile iç içe verir.

Varoluşçuluğu kavramak için önce yaşamın gerçek resminin sadece dıştan bakışla görülebileceğine yönelik felsefi bakış açısına, yani on dokuzuncu yüzyıldan Hegelci Mutlakçılık’a bakmak gerekir (Catchcart ve Klein 109.) O tarihin dışına sıçradığını ve “bütüne” aşkın bir noktadan baktığını düşünmüştü. Bu bakış açısına “mutlak” adını vermişti ve tarihi Tanrı’nın seyrettiği yerden seyrettiği fikrindeydi (110). Serinin ilk kitabı ruhun da keşfiyle kendini bilenin rabbini de bileceği noktasında İslam felsefesine tutunur.

- Biliyor musun Çaylak, biz insanlara, yıldızlar, çiçekler ve ikisi arasında yaratılmış bütün o öteki mahlûklara bir benlik verilmesinin, yani kendimizi bir ben olarak bilmemizin en büyük sebebi, bize bu benliği vereni bilebilmemiz içindir.

- Nasıl yani?

- Eğer kendimize “BEN” diyemeseydik, “O” da diyemeyecektik. “BENİM” diyemeseydik; “BENİM RABB’İM” de diyemeyecektik. O’na muhatap olamayacaktık yani.

- Muhatap olmak mı?

- Evet.

- Allah’tan bahsediyorsun burada! (Öze, Ben Bir…  121)

İkili arasındaki bu diyalog çocuk okur için takibi kolay, varoluşsal sorgulamayı anlaşılır kılan ve mizah barındıran cümlelerdir.

Serinin ikinci kitabı ise İnsan Diye Bir Kelime’dir. İlk kitabın devamı şeklinde yorumlayacağımız bu eserde de Platon’un Mağara alegorisi üzerinden bir mizahi anlatım tercih edilir. Babaanne ile torun arasında şu diyalog geçer:

- MAĞARADAKİLER hakkında bir şey duydun mu?

- Ha?

- Mağaradakiler diyorum… Onlar hakkında bir şey okudun ya da duydun mu bugüne kadar?

- Hangi mağaradakiler?

- Platon’un mağarasındakiler?

- Platon da kim? Prospektüs gibi bir canavar mı?

- Hayır, Platon bir Filozof!

- Filozof mu? Meslektaşsınız desene…

- Ayrıca prospektüs değil Prokrustes! (Öze, İnsan Diye… 103)

Bu şekilde sürüp giden soru ve cevaplar, Çaylak’ın yanlış anlama ve anımsamaları okurda uyumsuzluktan doğan bir mizahı bina etmek üzere kaleme alındığını hissettirir. (102- 103)

Hegel’in ardından Kiekegaard, Sartre ve Heidegger de varoluşçu düşünceyi farklı perspektiflerden genişletirler. Hatta Heidegger, “İnsan varoluşu ölüme-doğru-varlıktır.” diyecek kadar ileri gider (Catchcart ve Klein 114). Serinin bu ikinci kitabında da Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si üzerinden “ölüm”ü hisseden Çaylak’a Filozof bu yaygın alegori üzerinden mağarada yaşayan esirlerin dış dünyayı gölgeler üzerinden algılamaları, modern insanın da parlak ışıklı telefonların ardından bir hayatı seyrettiği benzeşimini anımsatır. Mağaranın dışına çıkıp “aydınlanan” esirlerden biri dış dünya karşısında büyülenir ve bunu mağaradaki diğer esirlere de anlatır. Buna rağmen kimse bu farkındalığı yaşamak istemez. Tıpkı gerçek yaşantının dünyada geçtiği ve ölüm gerçeğinin düşünülmek istenmediği gibi. Ancak hem ölüm hem öte dünya gibi ciddi bahislerin ağırlığı diyaloglardaki mizahı tonla kırılır. Filozof’un felsefe bilgisi ile kurduğu üstünlük ve Çaylak’ın bu konularla ilgili yaşadığı rahatlamayla gülmece tesis edilmiş olur.

Üçüncü kitap Ruhun Irkı Yok’ta toplum ve siyaset felsefesini yine İslam felsefesi ile kurduğu bağla genişleten yazar, babaanne ve torun arasındaki sohbeti bu sefer Çaylak’ın mülteci çocukların okuldan atılmasına dair imzaladığı kâğıt üzerinden ırkçılık temasıyla kurar.

- Yıllar önce bir gün, bir konferansa katılmıştım. Ve bu coğrafyada, farklı milletlerin ve farklı ırkların yaşamasına tahammül edemeyen adamın biri, ciddi ciddi şunları söylemişti: “Aslında biz hepimiz aynı milletiz. Doğu’da yaşayanlar coğrafya ve iklim şartlarından dolayı farklılaşıyorlar. Doğulu bir çocuğu alıp Ege’de büyütsen o Egeli olur, Kürt olmaz!” Ben ayağa kalktım ve ona, “Peki bir Kongoluya aynı şeyi yapsan ne olur? Rengi giderek açılır mı? diye sordum.

- Ne dedi?

- Duyamadım, salon kahkahadan yıkılıyordu.

- Çok pis oturtmuşsun Filozof!

- Hak edene oturtacaksın!

- Heyt be! (120)

En değersiz gururun millî gurur olduğunu ileri süren Arthur Schopenhauer, bu gururu duyan kişilerdeki bireysel özelliklerin yoksunluğuna işaret eder (60). Çaylak’a aktardığı anısında Filozof da düşünsel anlamda sahip olduğu üstünlük ile alt ettiği ırkçı kimse dolayısıyla torunu ve okur için başka türlü bir mizahın daha kapısını aralar. Kitabın başlarından itibaren Malcom X, Rosa Parks, Aliya İzzet Begoviç ve Martin Luther King gibi toplumdaki barışın tesisi adına ırkçılıkla mücadele eden sembol isimler de eserdeki mizahı kurulumla çocuk okurun hafızasına eklenirler. Hatta Rosa Parks’ın bir siyahi olarak oturması yasak olan otobüs bölümüne yorgunluğuna dayanamayarak oturması hikâyesini Filozof, Çaylak’a aktarır. Bunun üzerine torunu şaşkınlıkla cevap verir.

- Bu nasıl iş ya? 1955 diyorsun Filozof! 1955 ya!

- Dinle, dinle!

- Derken otobüse beyaz bir öküz bindi.

- Ahahaha! Gerçek öküz mü?  

Gerçek öküzlerden özür diliyorum.

- Eeee? (Öze, Ruhun Irkı… 111)

Şeklinde ilerleyen diyaloglarında babaanne ve torun ırkçılık gibi önemli bir meseleyi eğlenceli bir üslupla yine üstünlük kuramı üzerinden vermiş olurlar.

Foucault’un kültürel değerlerin toplumsal iktidara göreliği şeklinde yorumladığı felsefenin görelilik konusu ise serinin dördüncü kitabı olan Güzellik İyiliktir’de yine komik bir tarzla ele alınır. Fiziksel özelliklerinden memnun olmayan, aynadaki görüntüsünden hoşlanmayan bir ergen olarak Çaylak, toplumun giderek bir “beğendim” toplumu olmasının tipik bir örneğidir. Çünkü Byung-Chul Han’ göre toplum artık bir beğeni çılgınlığına kapılmıştır. “Like” günümüzün imi hatta ağrı kesicisidir. Sadece sanat değil, bizzat hayat instagramlanabilir olmak durumundadır (15). Dış görünüşün ve fiziksel güzelliğin her şey demek olduğu bir çağdan nasibini alan Çaylak’ın uğur böceklerinin hamam böceklerinden daha güzel olduğu ve güzel insanların daha çok sevildiğini iddia etmesi üzerine Filozof onu yanıtlamakta geç kalmaz:

- İnsanların seni sadece görünüşün yüzünden sevmelerini ister miydin Çaylak? Arkandan, “Yakışıklı çocuk. Üç tane tişörtü üst üste giyse bile baklavaları iki metreden görünebiliyor ama biraz bön sanki!” demeleri hoşuna gider miydi? Birinin seni karın kasların yüzünden seviyor olduğunu öğrensen kendini nasıl hissederdin?

- Baklava fikri hoşuma gitti şimdi ne yalan söyleyeyim…

- Cevap ver!

- Herhalde istemezdim Filozof şaka mı? (Öze, Güzellik İyiliktir… 49-50)

Böylece insanın akıl, kalp, ruh, vicdan, şefkat, merhamet, hayal, sevgi, aşk, tutku, heyecan, mutluluk, hüzün, özlemek ve kederden oluştuğu düşüncesiyle güzelliğin tek bir boyuta indirgenmeyeceği okura iletilmiş olur.

“Filozof kendisinden “takma dişli koca karı” olarak bahsederken o kadar rahattı ki bu rahatlığı beni rahatsız etmeye başlamıştı. Hem onun bunu cesur bir şekilde söylemesinden rahatsız oluyordum hem de kendisine böyle demesinden. Bir başkası Filozof hakkında bunu söylese; sıskaymışım, solucan gibiymişim bakmadan ağzının ortasına yumruğu çakardım (102).

Yaşını almış olgun bir kadın olarak Filozof’un içinden geçenleri torununa olduğu gibi söylemesi onun adına rahatlama kuramı çerçevesinde bir mizah doğuruyor gibi görünse de torunu bundan hoşlanmaz. Okur da bu rahatlık çerçevesinden toplumun estetik normlarının eleştirisini okur. Güzellik olgusunun tartışmaya açıldığı, Çaylak’ın kendini aynada gördüğü fizikselliğinin ötesinde iyi bir kalp taşımanın asıl güzellik olduğu vurgusu, Leyla’nın dış görünüşüne rağmen Mecnun’un kalbindeki yerinin onun aşkı oluşu gülmece ile iç içe işlenir.

Eserin açılışını yapan “Kimde bir güzellik varsa bilsin ki emanettir.” Mevlana’nın sözü, “İnsanlar görüyorum… Yaşı benim yaşıma yakın insanlar… ruhlarının elbiselerini sağından solundan gerdirip çekiştiriyorlar. Kestirip biçtirdikleri ve onu birtakım renklere boyadıkları da oluyor… Ama elbise asla eskisi gibi olmuyor.” (104) şeklinde Filozof’un ağzından dökülen cümlelerde toplumsal iktidarın dayattığı estetik görünme “hastalığının” kültürel bir norma dönüşmesi eleştirisi yine hem üstünlük hem de uyumsuzluk kuramları ile yoğrularak hedef kitlesi 9+ olan çocuk okura nitelikli bir gülmece sunarak mesajını tamamlar.

Beşinci kitap Şüphelerin Alaca Karanlığında’da ise epistemolojik diyaloglarla karşılaşırız. İnsan bilgisi karşısında vahyin mi yoksa aklın mı üstün olduğunu soruşturan bilgi felsefesi anlamına gelen epistemoloji için eserdeki eğlenceli diyaloglardan biri, Descartes’in meşhur sözüne atıfla başlar:

- Cogito ne?

- Cogito ergo sum! “Düşünüyorum öyleyse varım.” demek.

- Vay be! Sen ne kadar çok şey biliyorsun Filozof.

- Ben çok şey bilmiyorum Çaylak. Sadece sen çok cahilsin.

- Ah! Teşekkür ederim. Önce beyinsiz tırtıl şimdi de zır cahil. Bugün günlerden ne? Çaylak’a iltifat günü mü? (Öze, Şüphelerin Alaca… 27)

Descartes’in bu sözünün yanlış yorumlandığını iddia eden Catchcart ve Klein’e göre “Dubito ergo sum” “Kuşkulanıyorum öyleyse varım.” deseydi belki da onca yanlış yorumdan kurtulabileceğidir (53). Serinin bu kitabında da kuşkuculuğa dair birçok örnek sıralandıktan sonra Filozof ve Çaylak arasındaki konuşma şöyle ilerler:

- Bir şeyin var olmadığına inanmayabilirsin. BU bir tercihtir. Ama kesin bir dille var olmadığını söylemek bir iddiadır. Ve böyle bir iddia, özel bir konu ve sınırları belli bir alan için olursa, ancak o zaman ispat edilebilir. Değilse, asla!

- ERROR, ERROR, ERROR! (Öze, Şüphelerin Alaca… 62)

Şeklinde devam eden diyaloglarda epistemoloji ve agnostik tutumu topu taça atmak olarak yorumlayan Filozof bilginin kaynağı olarak Allah’ı işaret eder. Bunun için de bilimsel yayınları okumanın öneminin altını çizer.

- Neden böyle tuhaf kitaplar okuyorsun?

- Bunu yapmamı bana Kur’an tavsiye ediyor!

- Şaka mısın Filozof? Kur’an’da, “Ey insanlar! Yıldız burunlu köstebeklerin hayatları hakkında bilgi edinin!” diye bir ayet mi var?

- Seni komik şey!

- Alay ediyor falan değilim. Gerçekten bak. Sadece meraktan sordum (108).

Bilginin kaynağı olarak İslam’ın kutsal kitabı ve onun okunmasını istediği bilimin açıklayamadığı şeylerden çok, açıklayabildiği şeylerin kişiyi yaratıcısına yaklaştıracağı fikri karşılıklı bir gülmece ile tesis edilmiş olur. Bu noktada Çaylak’ın beklentilerinin karşılanmadığı durum ve cümleler uyumsuzluk kuramı ile ilgili bir mizahı doğurur. Bizzat alayın parodisi yapılarak da gülmece kendiliğinden neşet eder.

Serinin altıncı kitabı Özgürlük Kaderimizdir, Sartre’ın  “Bu özgürlüğü ben ne kadar aradım: O kadar yakınımdaydı ki göremedim onu elimi değdiremedim, özgürlük bendim oysa, ben; Kendim. Ben kendi özgürlüğümüm.” epigrafıyla başlar. Özgürlük, ontolojik ve metafizik yönlerinden politik ya da kişisel yönlerine kadar çok boyutlu bir olgudur. Çaylak ile Filozof da eser boyunca özgürlüğün imkânını araştırır ve yaşadığımız hayatın gerçek değerini anlamak için kişisel özgürlüğün gerçek tanımının, her şeyden önce kendimizi, bizim için gerçekten önemli olan şeylere adama özgürlüğü olduğu sonucuna varırlar.

Dünyadaki özgürlük hareketlerin başını çeken Hippilerin nükleer silah, tüketim çılgınlığı, savaşlara karşı oluşları gibi bıçak sırtı konular yine babaanne ve torun arasındaki komik diyaloglarla işlenir. Ancak Hippilerin herkes için özgür bir dünyanın hayallerini kurarlarken bu dünyada esir olunabilecek en berbat uyuşturucuların kölesi olmaları (Öze, Özgürlük Kaderimizdir… 34) ironisi okura aktarılır. Bu noktada yine İslam felsefesinin öz değerlerinden biri olan sorumluluğa doğru bir seyir izleyecek eserin Sisifos mitiyle genişlediğini görürüz.

- … Sırtımda ağır bir yük hissediyorum şu an! Sifonos’un taşıdığı kaya gibi bir yük…

- Sisifos! Si si fos…

- Fos mos ne haltsa işte…

- Özgür bir irade ile yaratılmış olmak seni rahatsız mı ediyor? (87)

Sisifos, Yunan mitolojisinde Tanrılarına karşı suç işlemiş bir kraldır. Ruhlar ülkesinde cezaya çarptırılmıştır. Cezası ise dev bir kayayı yüksek bir dağın tepesine çıkarması, diğer taraftan ise bu kaya tekrar yere yuvarlamasıdır ve ardından kayayı tekrar tepeye çıkarmasıdır. Çünkü Tanrılar onun için yararsız ve umutsuz bir çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdir. Albert Camus’nün Sisifos Söyleni yapıtında “Varoluş kendini uyumsuzda ifşa eder, uyumsuzun içinde biriken ışık o tepeyi aydınlatmak için dışarı çıkmazsa uyumsuz trajik bir söylem olarak kalacaktır. Kısacası uyumsuz intihardan ve ölümcül sıvışmadan kurtularak yaşadığı dünyada anlaşılmayacak mutlu bir dünyalı olarak yaşamalıdır.” (60) der. Bu açıklamadaki uyumsuzun eserdeki karşılığı olan babaannedir. Buna rağmen yaslandığı dinî ilkelerin sağlamlığı ile uyumsuzluğunu mizahı ile dirençli kılar. Torunu Çaylak’a sorumluluğun özgürlük, özgürlüğün ise beraberinde sorumluluğu getirdiği düşüncesiyle serinin on kitap olarak planlanan altıncı kitabı nihayete erer.

Varoluşçuluğu çeşitli diğer felsefi konularla birlikte ele alan “Çaylak ile Filozof” serisi, mizahın bugüne kadar aktarılmış kuramlarıyla harmanlanmış nitelikli eserler bütünüdür. İnsan olmanın boyutları, ırk meselesi, güzellik, kuşku ve özgürlük gibi çocuk okur için işlenmesi zor temaları Sokratik diyalog temelli bir kurulumla ve eğlenceli bir tarza sunmaktadır. Felsefeyi mitolojinin en popüler anlatılarıyla genişleterek açımlayan yazar, yetişkin dünyası için bile algılanması güç olabilecek karmaşıklıktaki paradoksları İslam düşüncesine dayanarak çözümlemektedir. Bir babaanne ve torun arasındaki entelektüel sohbetin özellikle gündelik dünya ile temaslarında da okurunu güldürmeyi başaran serinin bütün kitapları, yalnızca dokuz yaş üzeri çocuk okur için değil ebeveyn ve yetişkinler için de güçlü birer mizah örneği olarak çocuk edebiyatında klasikleşecek potansiyeldedir.

 

 

 

 

 

Kaynakça

Camus, Albert. Sisifos Söyleni. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2010.

Catchcart Thomas ve Daniel Klein. Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer… . İstanbul: Aylak Kitap, 2010. 

Han, Byung-Chul. Palyatif Toplum. İstanbul: Metis Yayınları, 2023.

Morreall, John. Gülmeyi Ciddiye Almak. İstanbul: İris Yayıncılık, 1997.

Öngören, Ferit. Cumhuriyet’in 75. Yılında Türk Mizahı ve Hicvi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998.

Öze, Özkan. Çaylak ile Filozof 1- Ben Bir Neyim.  İstanbul: Uğurböceği Yayınları, 2022.

Öze, Özkan. Çaylak ile Filozof 2- İnsan Diye Bir Kelime. İstanbul: Uğurböceği Yayınları, 2022.

Öze, Özkan. Çaylak ile Filozof 3- Ruhun Irkı Yok!. İstanbul: Uğurböceği Yayınları, 2020.

Öze, Özkan. Çaylak ile Filozof 4- Güzellik İyiliktir.  İstanbul: Uğurböceği Yayınları, 2022.

Öze, Özkan. Çaylak ile Filozof 5- Şüphelerin Alacakaranlığında. İstanbul: Uğurböceği Yayınları, 2022.

Öze, Özkan. Çaylak ile Filozof 6- Özgürlük Kaderimizdir. İstanbul: Uğurböceği Yayınları, 2023.

Schopenhauer, Arthur. Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008.