Dosya

İki Bana, Bir Sana: Artı(k) Değer Teorisi Üzerinden Bir Bölüşememe Hikâyesi

"İki Bana, Bir Sana bize Marksist teorinin temel sorularından biri olan “üretim araçlarının kontrolü onlar üzerinde mülkiyet hakkı iddia eden sermaye sahiplerinde mi olmalı yoksa emek üreterek ortaya ürün koyan işçilerde mi?” sorusunu yöneltir."

Paranın henüz icat edilmediği avcı toplayıcı dönemlerde küçük komünler halinde yaşayan insanlar ihtiyaç duydukları her şeyi; “etten ilaca, ayakkabıdan büyücülüğe kadar” kendileri yaparlardı (Harari 181). “İyilik ve zorunluluklara dayalı bir ekonomik sistemleri” olduğu için ürettikleri mal ve hizmetleri birbirleriyle paylaşmak konusunda büyük bir sorun yaşamazlardı. Kendi topluluklarında olmayan, diğer topluluklarda olan ürünler ve hizmetler için ise takas yöntemini kullanırlardı (a.y.). Tarım devriminin başlamasıyla bu durumda pek bir değişiklik olmadı. Ancak sınırlı sayıda ürün söz konusu olduğunda iyi çalışan takas yöntemi, şehirler büyüdükçe ve medeniyet geliştikçe giderek daha da karmaşıklaşan ekonomik düzen için yetersiz gelmeye başladı ve böylece standart bir hizmet ve ürün karşılığı olan “para” icat edilmek durumunda kalındı (Harari 181-182).

Para denilince ilk akla gelen her ne kadar “madeni metaller ve kâğıt banknotlar” olsa da aslında para bir meta olmaktan daha çok bir mefhumdur. Madeni para basılmadan önce deniz kabuğu, kakao taneleri, hayvan derisi, tuz, tohum, boncuk, kumaş gibi çeşitli eşyalar para gibi kullanılır. Günümüzde ise teknolojik gelişmelerle birlikte icat edilen kredi kartları, banka hesapları ve sanal paralar daha kullanışlı ve daha pratik bulunduğu için çoğunlukla madeni metaller ve kâğıt banknotlar yerine tercih edilmekte (Harari 184-185). Alışverişin en ilkel hali olan takas yöntemiyse çocukların dünyasında hâlâ geçerliliğini koruyan bir ekonomi sistemi. Yetişkinlerin parasına sahip olamayan çocuklar için tasolar ve misketler para yerine kullanılmakta. İster çocukların dünyasında ister yetişkinlerin dünyasında ister ilkel topluluklarda isterse medeni toplumlarda olsun paranın söz konusu olduğu her yerde evrensel ve değişmeyen tek bir mesele var: Bölüşememe!

Kuraldışı Yayıncılıktan 2019 yılında çıkan Jörg Mühle’nin yazıp resimlediği İki Bana, Bir Sana daha çok 3-6 yaş grubuna hitap eden kısa, sade ama derinlikli bir hikâye anlatır. P4C (çocuklar için felsefe) uygulamalarında kullanılmaya da uygun olan bu kitap, üç mantarı adil bir şekilde bölüşmeye çalışan ayı ve gelinciğin hikâyesini konu edinir. Ayı bir gün ormanda üç mantar bulur ve gelinciğe getirir. Gelincik büyük bir özenle mantarları pişirir ve servis eder. Ayı da mantarları paylaştırmaya başlar: İki bana, bir sana! Gelincik itiraz eder ve üçüncü mantarı kendi almak ister. Böylece tartışma başlar. Ayı büyük olduğu ve daha çok acıktığı için, gelincik ise küçük olduğu ve büyümesi gerektiği için üçüncü mantarı kendisinin almasının “adil olan” olduğunu savunur. Oldukça basit olan bu fizyolojik açıklamayla desteklemeye çalıştıkları savları onları bir yere götürmeyince bu sefer sermaye ve emek ilişkisi üzerinden bir sav üretirler: Ayı mantarları bulduğu, yani sermeye sahibi olduğu için; gelincik mantarları pişirdiği, yani emek sahibi olduğu için üçüncü mantarı kendisinin almasının adil olacağını savunur. Bu konuda da anlaşmaya varamayınca argümanları giderek daha da nesnel olmayan ve mesnetsiz şeylere dönüşür. Ayı, “Ben mantar yemeyi senden daha çok seviyorum,” der (15). Gelincik, “Ben senden daha açım, bak midem bile gurulduyor” şeklinde karşılık verir (16). Tartışma büyür ve birbirlerine hakaret etmeye başlarlar. O kadar ki ayı ve gelincik oradan geçmekte olan bir tilkinin üçüncü mantarı ellerinden kapıp ağzına attığını fark etmezler bile! Ancak nihayetinde tilki tarafından büyük bir haksızlığa uğramanın yarattığı duygudaşlık, ayı ve gelinciğin müttefik olmalarına ve olayı tatlıya bağlamalarına vesile olur.

Anlatı burada bitseydi, (ki bitebilirmiş ama iyi ki burada bitmiyor) tarih boyunca süregelen kaynakların adil paylaşımı ve iş gücünün karşılığı tartışmalarının hiçbir zaman sona ermeyeceğini bize hatırlatan bir final yapamazdı: Gelincik, yemekten sonra tatlı niyetine bir tabakta üç tane çilek getirir ve çilekleri paylaştırmaya başlar… Tam da bu sonlanışla metin okurunu “Kim daha çok mantar hak ediyor?”, “Daha adil bir paylaşım mümkün mü?”, “Eşit bölüşmek her zaman adaleti sağlar mı?”, “Aç olanın çalması kabul edilebilir bir şey mi?” gibi etik sorularla baş başa bırakır. İnsanlık tarihi kadar eski bu sorular sıklıkla din ve felsefenin konusu olmuş ve akademide de kendine yer bulmuştur. Marx’ın Kominist Manifesto’da dediği gibi; “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” (52). İki Bana Bir Sana da Marx’ın bu sözünü özetler niteliktedir. Dolayısıyla, Marx’tan ilhamla, şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, bölüşememenin tarihidir de diyebiliriz. Anlatıyı Marksist teori çerçevesinden yorumlayacak olursak, “mantar” paranın temsili, “ayı” burjuva yani sermaye sahibinin temsili, “gelincik” proletarya yani işçi sınıfının temsili, “tilki” ise hırsız yani lümpen proletaryanın temsilidir.        

Engels’e göre burjuvaziden anladığımız, toplumsal üretim araçlarının sahibi olan ve ücretli emeği sömüren modern kapitalistler sınıfıdır. Proletaryadan anladığımız ise kendileri üretim araçlarına sahip olmadıkları için, yaşayabilmek için emek güçlerini satmak zorunda bulunan modern ücretli emekçiler sınıfıdır (52). Komünist Manifesto ise şöyle devam eder: “Özgür insanlarla köleler, patrisyenlerle plebler, baronlarla serfler, lonca mensubu yurttaşlarla kalfalar, kısacası ezenlerle ezilenler arasında her zaman çelişki vardı, bunlar birbirlerine karşı kâh gizli kâh açık kesintisiz bir mücadele yürüttüler, her defasında toplumun devrimci bir dönüşümüyle veya mücadele eden sınıfların beraberce çöküşüyle sonuçlanan bir mücadeleydi bu” (52). İki Bana, Bir Sana’da ise ezen ve ezilenin mücadelesi iri cüsseli bir ayı ve zayıf, cılız bir gelincik üzerinden temsil edilir.

Yine Marx’a göre emek gücü olmadan makinelerin tek başına hiçbir değeri yoktur. Fakat emek gücü öyle değildir. Yapması gereken işe göre kendi makinesini üretebilir ve bu nedenle bütün iş emek gücü tarafından yapılmış olur. Buna karşın kapitalistler yani makinelerin sahibi olan sermaye sınıfı, kârın makinelerden geldiğine dair irrasyonel bir inançla devamlı olarak sermaye birikimine giderler (Turan 148). Ayı da gelinciğe, mantarları pişirirken “Benim tarifimi kullandın,” der (15). Ayı burada kârın yalnızca makinelerden geldiğine inanan ve işçinin emek gücünün değerini yok sayan sermaye sahibidir. Halbuki gelinciğin emek gücü olmadan ayının tarifinin hiçbir değeri yoktur.

 

Marx’ın teorisinin ana noktalarından biri de “artı(k) değer” kavramıdır. Artı(k) değer, işçinin emeğinin değerinin üzerinde yarattığı ve kapitalist tarafından karşılıksız olarak el konulan değerdir ki genel kullanımda gerekli-zorunlu olandan daha fazlasının üretilmesi anlamında terimleşir. Ayının sermayesinin karşılığı ve gelinciğin emeğinin karşılığı birer mantar ise, üçüncü mantar artı(k) değer olur. Ayı sırf sermaye ve tarifin sahibi olduğu için bu artı(k) değere el koymak ister. İşte burada sömürü ve sınıf çatışması başlar. Sınıf çatışması biraz da artı(k) değere sahip olmak için verilen mücadeledir.

“Marx, çalışmasında kapitalist ekonomiyi incelemiş, kapitalist üretim tarzı çerçevesinde bölüşüm eyleminin öznesinin artı(k) değer olduğunun altını çizmiştir. İşçi sınıfının yarattığı artı(k) değerin, kapitalist sınıf tarafından nasıl el koyulduğunu göstererek, sömürüyü ve kapitalizmdeki sınıfsal bölüşüm yasalarını da belirlemiştir” (Turan 165). Bu açıdan düşünüldüğünde “Marx, tarihsel ve sosyal analizleri sonucunda insanlığın geçireceği evrimin sonunda devrimlerle varılması gereken noktanın bölüşüm ilişkilerinde artı(k) değerin özne konumundan çıkması olduğunu, bir sınıf tarafından yaratılan artığa başka bir sınıfça el konulmaması durumunda sınıf çatışmalarının olmayacağı ve toplumun sınıfsız olacağını ortaya koyar” (Turan 166). Marx’a göre adil bölüşüm gelincik tarafından ortaya konulan artı(k) değere ayı tarafından el konulmamasıyla ancak gerçekleşir. Bunu sağlamanın yolu ise kaçınılmaz olan işçi ayaklanmasıdır. Gelinciğin ufakcık haline rağmen iri cüsseli ve fiziksel güce sahip olan ayıya boyun eğmeyip sonuna kadar hakkını araması burjuvazinin sonunu getirecek olan bu kaçınılmaz işçi ayaklanmasına eş değerdir. Ancak bu durumda sınıf çatışmaları son bulur ve komünizmin vadettiği sınıfsız, devletsiz, parasız bir toplum mümkün olabilir.

Sonuç olarak, Jörg Mühle’nin yazıp resimlediği İki Bana, Bir Sana bize Marksist teorinin temel sorularından biri olan “üretim araçlarının kontrolü onlar üzerinde mülkiyet hakkı iddia eden sermaye sahiplerinde mi olmalı yoksa emek üreterek ortaya ürün koyan işçilerde mi?” sorusunu yöneltir (Özkaya, “Karl ve Marx ve Maksizm…”). Paranın icadından bile eski ve evrensel bir meseleyi; kaynakları adil olarak bölüşmenin etiğini bize bir fabl üzerinden düşündürtür. Bölüşmenin çocuk dünyasında geçerliliğini koruyan kardeş payından çok daha karmaşık bir etik mesele olduğuna dikkat çeker. Kapitalist sistemin açmazlarını emek-sermaye ilişkisi, burjuva-proletarya çatışması ve üretim fazlalığı olan artı(k) değerin bölüşülememesi üzerinden aktarır. Yaptığı çarpıcı finalle ise para söz konusu olduğu müddetçe güçlü ve zayıf arasındaki sınıf çatışmasının sona ermeyeceğine işaret eder. Yunus Emre’nin “bölüşürsek tok oluruz, bölünürsek yok oluruz” sözündeki bölünmeden bölüşme pratiği üzerine düşündürtür.

 

 

 

 

Kaynakça

Harari, Yuval Noah. Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. İstanbul: Kolektif Kitap, 2015.

Karl Marx ve Frıedrıch Engels. Komu¨nist Manifesto İstanbul: İletişim yayınları, 2018.

Mühle, Jörg. İki Bana Bir Sana. Çev. Selen Akhuy. İstanbul: Kuraldışı Yayıncılık, 2019.

Özkaya, Ahmet. “Karl Marx ve Marksizm: En Genel Hatlarıyla Marksizm Neler Söyler? Marksizm'e Yönelik

Eleştiriler Nelerdir?”. 25 Nisan 2021. Evrimagacı. Web. Erişim: 30 Nisan 2023.

Turan, Volkan. “Karl Marx’ta Bölüşüm”. Politik Ekonomik Kuram, 1, (2017): 143-167.